Türkiye’deki üniversite sayısındaki artış, bir başarı hikâyesi mi, yoksa eğitim sistemimizin derinleşen sorunlarının üzerini örtmek için kullanılan bir paravan mı?
2002 yılında 68 olan devlet üniversitesi sayısının 2024’te 131’e, aynı dönemde vakıf üniversitesi sayısının 25’ten 78’e yükselmesi, bir sistem başarısı gibi sunuluyor. Ancak bu artışın arkasındaki hikâye, nitelikten ziyade niceliği yücelten bir zihniyetin göstergesi olabilir mi?
Uluslararası üniversite sıralamalarında Türkiye’nin durumu, bu niceliksel artışın arkasındaki nitelik eksikliğini açıkça ortaya koyuyor. QS World Ranking listesinde, Türkiye’den ilk 1000”e yer alan üniversite sayısı son on yılda genellikle 10’un altında kalmış durumda. Daha vahim olanı, URAP 2023 sıralamasında Türkiye’den hiçbir üniversitenin ilk 500„ girememiş olması.
Bu düşüşün en somut göstergelerinden biri, akademisyen eksikliğidir. ÖSYM’nin yayımladığı verilere göre, devlet üniversitelerindeki 1453 bölümde profesör bulunmuyor. Eğitim kalitesini artırması beklenen bir sistem, temel unsurlarından yoksun bırakılmış durumda.
Peki, yalnızca akademik nitelik mi sorunlu?
Elbette hayır.
Üniversitelerin fiziki koşulları da öğrencilerin ve akademisyenlerin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak. Yurt kapasiteleri yetersiz, kütüphaneler çoğu zaman işlevsiz ve kampüs içi diğer imkânlar “tasarruf tedbirleri” bahanesiyle sürekli budanıyor. Öğrenciler ders çalışacak bir masa bulamıyor, yemekhanede yemek yetmiyor, derslikleri su basıyor ve kaloriferler soğuk kış günlerinde bile yanmıyor. Bu şartlarda nasıl bir akademik başarı beklenebilir?
Eğitimdeki bu sistematik sorunların yanı sıra, üniversitelerde öğrencilerin örgütlenme ve ifade özgürlüğü de ciddi baskı altında. Öğrenci temsilciliklerinin ve kulüplerin çalışmaları engelleniyor, demokratik mekanizmalar işlevsizleştiriliyor. Öğrencilerin ses çıkardığı her yerde, bu sesin bastırılmaya çalışıldığını görüyoruz.
Birkaç Örnek: İstanbul’un Köklü Üniversiteleri
İstanbul’daki beş köklü üniversiteye (İstanbul Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve Galatasaray Üniversitesi) baktığımızda, öğrencilerin anlattıkları tablo daha da karanlık.
- Yıldız Teknik Üniversitesi: Sınıfları su basan, elektrik kesintisi yaşayan öğrenciler sınavlarını montla yapmak zorunda kalıyor. İnşaat gürültüsü dersleri ve sınavları kesintiye uğratıyor.
- Boğaziçi Üniversitesi: Yurtlarda tahtakurusu ve pire salgınları, tuvaletlerin temizlenmemesi ve öğrencilere verilen temel hizmetlerin bile “tasarruf” adı altında kaldırılması, öğrencilerin yaşam kalitesini yerle bir ediyor.
- İstanbul Üniversitesi: Öğrenciler kulüp etkinlikleri için yer bulamazken, büyük alanlar inşaat gürültüsü ve kapalı mekanlarla dolu. Üniversitenin bütçesinin nereye harcandığı belirsizliğini koruyor.
Bu sorunlar, yalnızca bütçe yetersizliği veya kötü yönetimle açıklanamaz. Asıl mesele, eğitimin bir kamu hizmeti olmaktan çıkıp piyasanın ve siyasi iktidarın bir aracı haline gelmesidir. Üniversiteler, bilgi üretmek ve eleştirel düşünceyi teşvik etmek yerine, insan fabrikalarına dönüşüyor. Öğrenciler ise bu çarkın içinde yalnızca birer sayıdan ibaret.
Bu sistemde gerçek bir dönüşüm, yalnızca öğrencilerin ve akademisyenlerin aktif katılımıyla mümkündür. Karar mekanizmalarının demokratikleşmesi, eğitim bütçesinin artırılması ve bu bütçenin doğru alanlara yönlendirilmesi temel önceliklerdir. Ama belki de en önemlisi, eğitimin bir hak olduğunu yeniden hatırlamaktır.
Üniversiteler, toplumun aynasıdır. Bu aynada gördüklerimiz, yalnızca eğitimin değil, toplumsal yapımızın da bir yansımasıdır. Daha iyi bir gelecek istiyorsak, bu aynadaki çatlakları bir an önce onarmaya başlamamız gerekiyor.