Dêrsim coğrafyası, doğal zenginlikleriyle tanınan ancak yıllardır ekolojik yıkımlarla karşı karşıya kalan bir bölge. Son yıllarda maden sahalarının sayısının artmasıyla, bu özel bölge üzerindeki tahribat daha da derinleşti. Dêrsim’de yürütülen maden projeleri, ekolojik, toplumsal ve politik pek çok boyutu barındırıyor. Yeni Yaşam gazetesi yazarı Reyhan Hacıoğlu böylesine kritik bir gündemi anlamak ve tartışmak adına, TMMOB Dêrsim İKK Sekreteri Uğur Beycan ile kapsamlı bir röportaj gerçekleştirdi.
Reyhan Hacıoğlu’nun sorularını yanıtlayan Uğur Beycan, Dêrsim’deki maden politikalarının ekosisteme ve toplumsal yaşama etkilerini, ulusal ve uluslararası sermaye ile yürütülen iş birliklerinin arka planını ve yerel dinamiklerin bu süreçte oynadığı rolü tüm boyutlarıyla ele alıyor.
Bu röportaj, yalnızca ekolojik bir mücadele değil, aynı zamanda toplumsal direnişin ve yerel iradenin önemini vurgulayan bir perspektif sunuyor. Dêrsim özelinde yaşananların Türkiye’deki genel ekolojik tahribatın bir parçası olduğunu, aynı zamanda yaşam alanlarını koruma mücadelesinin büyütülmesi gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor.
Keyifli okumalar!
- Dêrsim coğrafyası yıllardır saldırıların hedefinde ve son yıllarda ise maden sahaları artmış durumda. Bu kent özeline yapılan bunca ekolojik kıyımın nedeni nedir?
Evet, bu yönelim yıllardır var. Elbette biz bu yönelimi TMMOB ilkeselliğinden ele aldığımız zaman sömürgeci bir noktaya oturtuyor kendini. 2005-2006 bin yıllarından itibaren yaklaşık 17-18 yıllık süreç içerisinde maden politikalarında 19’a yakın yönetmenliklere ilişkin kanun değişiklikleri yapıldı. Neydi bu kanun değişiklikleri diye baktığımız zaman bu değişikliklerin kamusal denetlemeyi esas alan değil tam tersi madencilik sahiplerinin önünü açan, alanını genişletmelerinden tutun sulama göletlerine kadar tırnak içerisinde askeri bölgelere kadar madencilik sahiplerinin önündeki engeller bu kanun ve yönetmelik değişiklikleri ile kaldırıldı. Haliyle de bu topraklar maden metaları açısından zengin olduğu için kapitalist anlayışların, şirketlerin, liberal anlayışların iştahını kabartan bir yönelim noktasına kendini konumlandırdı.
Hem bilimsel, hem teknik, toplumsal yönüyle maden faaliyetleri bugün dünyanın tamamında baktığımız zaman yürütülmesi gereken proses içerisinde yürütülmüyor. Yani maden faaliyetlerinin yürütüldüğü alanlarda sürdürülemez bir yaşam alanı oluşturuluyor. O bölgedeki canlı yaşamı, bitki yaşamı, hayvan yaşamı hele hele ki Dêrsim gibi özel narin bir coğrafyada tam tersi korunması ve sadece bilimsel araştırmalar üzerinde ele alınması gereken bir coğrafyada ağır tahribatlar yaratan bir noktada kendini şekillendiriyor.
Dêrsim’de biliyorsunuz 145’in üzerinde bugün maden planlaması var. Bunun bir kısmı ruhsat aşamasında, bir kısmı da işletme aşamasında olan maden çalışmaları. En yakın somut örneği bugün hepimizin de ağır acı deneyimle önümüzde duran İliç. Altın madeni faaliyeti var ve bunlar sömürgeci anlayışla yürütülüyor.
- Kamusal bir planlama ve denetleme yok
Örneğin bu aramalar yapılırken topraktan ağır metallere altın, kazminum, alüminyum gibi ağır metaller, ağır kimyasallar kullanılıyor. Sömürgeci anlayıştan kastımız, buradan bu maden metalarını ülke dışına çıkarmak şeklinde kendini şekillendiriyor ve bunu da yereldeki işbirlikçilerle yapıyor.
Kamusal bir planlama ve denetleme yok. Kamusal denetleme ve planlamadan TMMOB olarak bizim kastımız şu; Defalarca söyledik ama söylemekte de fayda var. Madem milyonlarca yılda oluşan bir meta ve çıkarıldığı anda da tüketilen bir metal. Yani yerine yenisini koyamayacağımız bir meta. Haliyle bunu bir kamusal planlamaya, bir kamusal denetlemeye oturtmanız gerekiyor. Gelecek nesilleri de göz önünde bulunduralım. Çünkü milli varlık dediğimiz bu noktada duruyor. Kamusal planlama ve denetleme dışındaki bütün yaklaşımları sömürgeci maddecilik noktasına oturtuyoruz.
- Altına arama dediniz, İliç’te Anagold’a bağlı Kartaltepe firması öncülüğünde yapılan aramalar şu an Dêrsim’e doğru yayılıyor. Buna dair bilginiz nedir?
Anagold Kanada menşeli bir firma. Arama yaptığı bölge Türkiye’nin en büyük ikinci maden alanı ve Mercan Vadisi’ni de kapsayan bir noktada duruyor. İlk arama aşamasını Erzincan bölgesinden geliştiriyor ama Mercan Vadisi’ne doğru ilerliyor. TMMOB’un daha önce oradaki kapasite artışına istinaden bir mahkemesi vardı. Bu mahkeme yerel mahkeme tarafından oradaki düzenlenen ÇED raporu “fevkaladenin fevkinde” görülüp bu dava reddedilmişti ama bu davamız üst mahkeme tarafından TMMOB’un bu itirazını haklı görüp geri iade etmişti.
Bu sırada bizim kapasite açısından oradaki gelişebilecek felaketlerle ilgili sunduğumuz raporlar vardı. O raporlara istinaden henüz daha bu mahkeme süreci devam ederken İliç’teki felaketi yaşadık. Kapasite açısından kastımız; lagün havuzları dediğimiz o siyanür sularının biriktiği, birikildiği denilen ısıtıcılarla buharlaştırılıp doğaya karıştırılan, ölçek vermek gerekirse Dêrsim merkezinin tamamını düşünün. 180 top sahası büyüklüğünde bir lagün havuzu var o alanda.
O lagün havuzunun kapasitesini iki katına çıkartmak istiyorlar. Maddi karşılığı 40 milyar dolar diyorsak afaki olarak 80 milyar, 100 milyar dolara çıkartmak demek. Ve bunu yaparken, yürütürken de toplumsal kalkınmayı zerreyi miskal hiçbir şekilde göz önünde bulundurmuyor. Gelecek nesilleri göz önünde bulundurmayan, oradaki ekolojik tahribatı umursamayan, tam tersine ekolojik tahribatı derinleştiren iktidar, siyanür sularının havuzlarını buharlaştırıp doğaya gaz halinde, hem topraktan hem havadan bu zehirli suları, zehirli gazları toprağa, doğaya salarak ekoloji üzerinde ağır ve geri dönülemez tahribatlara yol açılıyor.
Bu Bergama’da, Uşak Eşme’de, Artvin’de aşina olduğumuz bir durum. Biliyorsunuz Cerattepe boşaltılıyor. Orda da toplumun dillendirdiği 5’li çete var ki kamunun da gündemine oturmuş durumda. Yine bir firmanın orada prit arıyoruz gerekçeleriyle bir altın arama madenine yönelik bir çalışması var. Priti şöyle izah edeyim; Maden iş elementidir. Priti bulduğunuz yerde altın da vardır. Şu an çalışmalar bu temelde yürütülüyor. Genel bir bütün ele aldığınız zaman ekoloji üzerinde ağır ve geri dönülemez tahribatlar yaratıyor. Yaşanılamaz, sürdürülemez bir yaşam anlayışını hem topluma hem doğaya dayatıyor. Kendini sömürgeci noktada buradan tanımlıyor aslında.
- Altın demişken ‘Mavi Altın Kuşağı’ projesi yürütülüyor…
Dêrsim doğasında böylesi bir proje yürütülüyor evet. Ekolojik tahribat üzerine belki de daha iyi kavranması açısından bir nokta daha belirteyim. Dêrsim biliyorsunuz Fırat Havzası su toplama alanıdır. Yani bölgenin en büyük su toplama alanlarından biridir. Ve yaklaşık 10 ili kapsıyor. İşte Diyarbakır, Antep, Maraş, Dersim, Bingöl, Erzincan. Oradan Federe Kürdistan, oradan da Basra Körfezi’ne kadar, Suriye’ye kadar bir kapsama alanı var. Yani Dêrsim’de gelişebilecek bir siyanür sızması buraların tamamını etkileyecektir. Bu alanın Türkiye’nin içme suyu kaynaklarının %61,5’ini oluşturduğunu da biliyoruz. Dünyadaki kullanılabilir temiz su kaynaklarının ilk üçünde yer almaktadır. Böyle bir tehlikeli noktada duruyor aslında. Bu noktadan da alıp ne yapabiliriz diye tartışmak gerekir.
15 bin insan göç etti
- Türkiye ve Kürdistan coğrafyası ciddi bir ekolojik yıkım altında ama bunun politik yönü de var. Örneğin Dêrsim’de bu kıyımın yol açtığı bir göç de söz konusu. Bu yönlü etkileri nelerdir?
Şöyle ki şüphesiz hukuki süreçler geliştiriliyor. Ama hukukun son dönemde gelmiş olduğu noktayı da ele aldığımız zaman hukuki süreçleri evet önemsiyoruz. Ama bunun yanında toplumsal refleks de belirleyici. Çünkü yaşam alanları anayasal haktır ve yaşam alanlarını savunmak da öyle.
Yeri geldiği zaman yaşam alanlarını devlete karşı bile savunmak, korumak bu anlamda ele aldığınız zaman evet, mesela bir göç ettirme dediniz. Göç Türkiye’nin bir bütün olarak sorunu ama Dêrsim’de çok daha acı noktada duruyor. Nüfus oranlamasına vurduğunuz zaman Dêrsim’de şu anda son 10 yılda 14 bin, 15 bine yakın insanın göç ettiği ve bunun da nüfusunun yüzde 15’ine tekabül ettiği görülür. Baktığımız zaman bu ciddi bir şey.
Ve bu göçlerin birçoğunun da Kanada’ya olması mesela bu bir niyet okumadır. Yani bilimsel bir veri değil ama bunu bütün Dêrsimliler bilir. Özellikle son beş yılda Kanada’ya bir yönelim var. Kanada hükümeti buradan göç edenlere karşı hiçbir yasal engel tanımadan tabiri caizse kucak açıyor şu anda. Ve bugün İliç’te bu madencilik faaliyetini yürüten firma da Kanadalı. Bu sadece bir yorumlamadır, bilimsel değildir belki ama bir yorumlama ve bir teşhis olabilir bu noktada. Ve bütün bunlara karşı toplumsal refleks önemli bir yerde.
- Toplumun önemli bir yeri var dediniz tepkileri örmede. Pulur Belediye Başkanı da benzer bir yorumda bulunarak, kayyum atamalarının altında maden çalışmalarına oluşacak tepkinin engellenmesi geldiğini belirtti. Siz bu atamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kayyum atamalarına baktığımız zaman Ovacık’ta işte Dêrsim’de yerel yönetimlerden doğru geliştirilebilecek toplumsal basıncın önüne geçme olarak da ele alabiliriz. Kayyum politikalarını birebir maden talepçiliğini düzeltme, düzenleme, onu denetleme, onu ilerletme, geliştirme noktasında teşhis belki rasyonel değildir. Bunu eksik bırakabilir ama şu temelde olumsuz noktada duruyor. Kayyum politikalarının uygulandığı coğrafyalarda maden faaliyetleri yürütürken yerel birimler toplumsal refleksi, dinamiği açığa çıkartabilecek önemli bir alandır. Yerel yönetimler noktasındaki kayyum anlayışı bu toplumsal basıncı tanımlıyor. Böyle bir durumu da var. Kayyumlardan bahsetmişken, biraz da belki onu tekrar bir vurgulamak açısından bürokratik olarak çok uzun süredir bu iktidarın kamu yararından ziyade şirketlerle, sermayeyle sadece ulusal düzeyde değil uluslararası düzeyde iş birliği var. Kanada’dan tutun da başka başka bir menşeli maden şirketleri var.
- Peki okumayı bir de şuradan yapalım; yerel yönetimlerin bu çalışmalara karşı duruşu neden önemli?
Toplumsal refleksli geliştirme açısından yerel yönetimlerin güçlenmesi her alanda önemli. Yerel yönetimlerden kastımız şudur; kendi kendini yönetme. Kendi hakkınızda doğanıza, inancınıza, kültürünüze ve tarihinize kendinizin karar vermesi ve koruması. Ve bu Dêrsim için de böyledir. Bu Kütahya için de öyledir. Bu Tekirdağ için de öyledir. Yani yerelin kendine dair kendini tariflemesi. Kadın üzerinden, toplumsal yapı üzerinden ve bu tariflemenin önüne geçmedir aynı zamanda kayyum.
Ve böyle baktığımızda kayyuma; Dar alanlar üzerinden bir rant politikası geliştirme noktasına oturmakta. Denetlenebilirlik özelliğini ortadan kaldırma. Vatandaşın en temel vatandaşlık hakkı olan seçme ve seçilme hakkının önüne bir ket vurmadır. Bunları bir bütünlükle ele aldığınız zaman aslında buradan sistemsel yönelimin ne kadar somut olduğunu okuyabiliriz. Çünkü bugün Aleviliği de tarif eden bir anlayış var karşımızda. Bugün kadını da, doğayı da tarif eden bir anlayış var. Bu tarif etme karşısında da bunu da kendinden doğru seçilmiş değil, atanmış bir anlayışla bir noktada konumlandıran bir anlayış var. Bunu böyle görmek ve bunun hukuki olmadığını, bunun yasal olmadığını, ahlaki ve vicdani de olmadığını görmek lazım.
Her yönüyle baktığımız zaman ortak yaşama kültürüne, anlayışına vurulmuş bir darbe olarak da görüyorsunuz. Çünkü bugün Alevi toplumunun da bugün Kürt halkının da bugün öteki bütün halkların da Türkiye Cumhuriyeti topraklarında ortak yaşama gayesi var. Bu ortak yaşama iradesine yönelik de aynı zamanda bir darbedir.
- Hem kayyuma karşı hem de ekolojik yıkıma karşı mücadele nasıl büyütülebilir?
Bugün bir normalleşme ifadesi var mesela. Ama normalleşmeyi nasıl tariflediğiniz önemli. Şu andaki sürece baktığımız zaman bir normalleşme değil. Anormal bir durum var. Ha bu “normalin” karşısında biz çaresiz miyiz? Hayır değiliz. Bunun geçmişten bugüne kadar dünyanın bütün coğrafyalarında emsalleri var. Yani bir halk dinamiğini doğru çerçevede, doğru zeminde birleşik hareketle, emek hareketinden tutun bugün siyasal alana kadar bu topluma her yönüyle, bu halka doğru öncülüğü yapmak. Doğru öncülükle doğru pratiği açığa çıkartmak ve bunun önünden ancak bu şekilde bir set bir bariyer çekebiliriz.
Hukukun önünde hukukun üstünlüğünün inşa edildiği, hukukun önünde bir hesaplaşmaya geçmek gerekiyor. Aynı zamanda hem kendini bilen hem de kendi haklarının farkında olan doğayı, ekolojiyi, yaşamı bir bütün olarak ele alan ve bütün yaşamı da onun parçası olarak, sahibi olarak değil, bir etkisi, etkeni olarak ele almak. Bir toplumsal dinamiği, refleksi halkımızın ayağına götürmekten başka hiçbir çaremiz yok.