
Bir mağaza vitrinine bakarken ne görüyorsun? Yeni sezon montlar mı? İndirim etiketleri mi? Yoksa aslında göremediklerin mi gözlerinin önünden sessizce geçiyor?
Ben, kırılmış bir parmak görüyorum o vitrin camında — fazla mesai yapan bir işçinin çatlamış derisini. Bir çocuğun gözlerinde donup kalmış oyun isteğini görüyorum, o montun dikiş aralarında. Ucuz iş gücünün, çevre talanının, sömürünün makinesi hâline gelen üretim hatlarını görüyorum. Ve bir de biz — tüketici ilan edilen bizler — bu gösterinin seyircileri değil, parçasıyız.
Kapitalist düzenin tüm ihtişamı, üretimin üzerine inşa edilmiştir. Tüketim, o ihtişamın cilasıdır yalnızca. Parlatılmış bir aldatmaca. Çünkü her “alım gücü”, bir başkasının alım yoksunluğudur. Her “ihtiyaç fazlası”, bir başkasının hayati eksiğidir. Sermaye sınıfı, bizleri tüketici olarak görmek ister — düşünen değil, sorgulayan değil, sadece alan, sadece borçlanan, sadece ekran kaydıran birer uzantı.
Ama işte o çarkı durduracak şey, tek bir basit ama güçlü eylem olabilir: Tüketmemek.
Bu eylem, o kadar yalın ve sade ki… Ve bir o kadar yıkıcı. Çünkü her alınmayan ürün, her dönmeyen kasa, her boş kalan alışveriş sepeti, onların düzeninde küçük bir çatlak oluşturur. Ve yeterince çok çatlak birleştiğinde, en büyük yapılar bile yıkılır.
2 Nisan’da bu düzene kısa bir dur dedik. Belki alışveriş listemizi yırtarak, belki bir kahve bardağını almadan dönerek… Belki de sadece düşünerek: “Bugün hiçbir şey almadan yaşayabilir miyim?” Bu, sadece bir tüketim boykotu değildi. Bu, bir sivil itaatsizlik eylemiydi. Sessiz ama kararlı bir reddedişti. Sistemin bize çizdiği tüketici kimliğini, nazikçe ama inatla geri çevirdik. “Hayır,” dedik. “Bugün sizin çarkınıza enerji vermeyeceğiz.”
Sivil itaatsizlik, tarihin her döneminde en güçlü silahsız direniş biçimi oldu. Gandhi’nin tuz yürüyüşü ne kadar sarsıcıysa, Rosa Parks’ın bir otobüs koltuğuna oturması ne kadar dönüştürücü olduysa, bugünün “almıyorum” eylemi de öyledir. Çünkü bu eylem, her birimizin gündelik yaşamında uygulayabileceği, sisteme doğrudan karşı gelen, ahlaki temeli sağlam bir direniştir.
Ama biliyoruz ki, tüketmemenin bir sonraki adımı üretmeme gücüdür.
Yani genel grev.
Boykotla başlayan her adım, grevle birleştiğinde ses olur, gürültü olur, değişim olur. Çünkü o zaman sadece kasa boş kalmaz; makineler durur, bantlar susar, ofisler boşalır, üretim çarkı çöker. Sermaye ilk kez gerçekten korkar.
2 Nisan’da yaşanan buydu: Tüketimden gelen reddin üretimle birleşeceği korkusu.
Ve evet, bu korkuyu büyütmeliyiz.
Çünkü biz tüketmeyi bıraktıkça, onlar üretimi sürdüremez hale gelir.
Ben 2 Nisan’da hiçbir şey almadım. Ama o gün, kendimi güçlü hissettim.
İlk kez, ellerimin boşluğu bana bu kadar dolu geldi.
Çünkü o gün, düzenin içindeki yerimi bir adım geri çekerek yeniden tanımladım.
Tüketmeme eylemiyle doğan bu yeni bilinç, örgütlü bir şekilde üretimden de çekilirse, sadece günlük satış rakamlarını değil, bir uygarlığın temellerini sarsar. Bu yüzden artık susmuyoruz, beklemiyoruz, ertesi indirim haftasını kovalamıyoruz.
Tüketmemek bir tercihten fazlasıdır: Bir başkaldırıdır.
Tüketmemek, sivil itaatsizliktir.
Tüketmemek, genel grevin önsözüdür.
Ve her önsöz, büyük bir hikâyeye gebedir.
O hikâye, bizim olacak.
Kazananın insan, doğa ve dayanışma olacağı bir dünya…
Tüketme. Özgürleş. Diren.