Bir ülkenin karanlığı, bazen hiç beklenmeyen bir anda, hiç beklenmeyen bir yerden, örneğin sıradan bir sınıfın tozlu camından sızan bir cümleyle yırtılır. Sınıf tahtasına tebeşirle yazılmış “Öğretmenime dokunma” sözü, belki de bu ülkenin yıllardır susturulmaya çalışılan vicdanının en berrak yankılarından biri haline gelir. Çünkü o cümle, sadece bir öğretmene sahip çıkmakla ilgili değildir; o cümlede bir çağrının, bir isyanın, bir uyanışın yankısı vardır.
Son haftalarda Türkiye’nin dört bir yanındaki liselerde yankılanan sesler, birkaç öğretmenin hukuksuz bir şekilde görevden alınmasına tepkinin ötesindedir. Bu sesler, gençliğin artık bu köhnemiş düzene razı gelmediğini, biat etmeyeceğini, korkmayacağını ilan ettiği birer varlık bildirgesidir. Bu sesler, geleceğini karanlık birer tünel gibi sunanlara inat, pencereleri açan, havayı değiştiren, sokaklara umut serpen bir başkaldırıdır.
Biz uzun zamandır bastırılıyoruz.
Düşüncelerimiz sansürleniyor, duygularımız küçümseniyor, sesimiz boğulmak isteniyor.
Üniversiteler, bilim üretmek yerine itaat etmeye zorlanan kurumlara dönüştürüldü; rektör atamalarıyla irade gaspedildi, öğrenciler coplarla sindirildi.
Medya, halkın değil iktidarın borazanı haline geldi. Muhalif seslerin haber yapma hakkı ellerinden alındı; gerçeğin yerini manipülasyon aldı.
Yargı ise artık bağımsız bir güç değil, Saray’dan gelen buyrukların uygulanma aracına dönüştü.
Bir tweet atan, bir afiş asan, bir soru soran, bir yürüyüşe katılan hemen “terör örgütü propagandası”, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik”, “kamu düzenini bozmak” gibi soyut ve muğlak suçlamalarla ya gözaltına alınıyor ya da yıllarca sürecek bir yargı sürecine sürükleniyor.
Kimi sabahın beşinde evine yapılan baskınla uyandırılıyor, kimi okul çıkışında sırtında polis copuyla yere seriliyor, kimi ise artık sadece anılarda yaşıyor. Cezaevlerinde çürütülenler, sürgün edilen akademisyenler, ihraç edilen öğretmenler… Tüm bunların toplamı, bize dayatılan suskunluk düzeninin ağırlığını gösteriyor.
İşte bu nedenle, liseli çocukların sesleri çok kıymetli. Çünkü o ses, bastırılmış tüm kuşakların yerine yankılanıyor. Karanlığın içinde bir yırtık açıyor. Ülkenin gökyüzünü yeniden görmemizi sağlıyor. Belki de o yüzden, en çok bu çocuklardan korkuyorlar. Çünkü onların sözcükleri, iktidarın duvarlarını çatlatmaya başlıyor.
Ama şimdi başka bir şey oluyor. Bu kez korkuyla değil, umutla konuşmalıyız. Çünkü henüz reşit bile sayılmayan, henüz seçme hakkı bile tanınmayan, ama geleceğin tam göbeğinde duran liseli çocuklar, bizlerin yıllardır taşıdığı o suskunluk yükünü sırtlarından atıp yerle bir ediyor. Onlar, yalnızca kendi öğretmenlerini değil, bu memleketin içini kemiren haksızlıkları da savunmaya girişiyor. Dillerinde yalan yok, gözlerinde hesap yok. Gencecik bir inatla, yalın bir hakikatle yürüyorlar.
Oturma eylemi yapıyorlar. Pankart açıyorlar. Okullarının önünde sabahın köründe sıralanıyorlar. Seslerini sosyal medyada örgütlü bir şekilde duyuruyorlar. Bu onların ilk eylemi olabilir ama sanki yıllardır hazırlanıyorlarmış gibi güçlüler, tutarlılar ve yürekteler. Çünkü mesele yalnızca bir öğretmenin sınıftan alınması değil. Mesele, artık kimsenin bir şey söyleyemediği bir ülkede, sözün yeniden yerini bulması.
Beşiktaş Meydanı’nda toplanıyorlar. “Varlığınızla güçlendik, gidişinize sessiz kalamazdık” yazılı dövizleri taşırken, bu ülkenin adalet duygusuna adeta ayna tutuyorlar. Veliler, üniversite öğrencileri, hatta bazı öğretmenler onlara katılıyor. Onları yalnız bırakmayan her adım, aslında toplumun hâlâ tam olarak çürümemiş damarlarından biri. Kabataş’a yürümek istediklerinde önlerine set çeken polisler ise, bize bir kez daha hatırlatıyor: Bu ülkede doğru olan her şey, önce bastırılmak istenir.
Ama yine de yürümek istiyorlar. Çünkü bu çocuklar, yolun ne kadar uzun olduğundan çok, artık durmanın ne kadar ağır geldiğini biliyorlar. Her engel, onları daha da kararlı kılıyor. Çünkü onlar, kendi seslerini bastırmak isteyen bir düzene karşı, sesleriyle cevap veriyorlar. İsyanları, kendiliğinden örgütlenmiş bir vicdan hareketi gibi.
Ne bir siyasi partinin gölgesinde yürüyorlar ne bir kariyer hesabının içinde.
Onlar, yalnızca adaleti istiyor. Ve bu yüzden çok tehlikeliler.
Öğrenciler bugün sadece öğretmenlerini savunmuyor. Onlar geleceği, özgürlüğü, laik ve eşit bir eğitimi, yani hayatı savunuyorlar. Devletin resmi müfredatı onlara ne öğretirse öğretsin; onlar başka bir şeyi öğrenmiş durumda: Dayanışmayı. Direnişi. Umudu.
İşte bu yüzden, liselilerin başkaldırısı sadece eğitim alanında değil, toplumun tüm damarlarında yankı buluyor. Bu isyan, neoliberal eğitim politikalarına, rant odaklı dönüşümlere, öğretmeni memurlaştıran ve öğrenciyi müşteri gibi gören anlayışa karşı bir çığlık. Aynı zamanda bu çığlık, Saraçhane’de adalete sahip çıkan, Gezi Parkı’nda yankılanan, Boğaziçi’nde direnen, Soma’da öfkeye dönüşen, kadın cinayetlerine karşı “bir kişi daha eksilmeyeceğiz” diyen her sesin akrabası.
Evet, liseliler artık susmuyor. Ve bu ülkede eğer hâlâ bir umut varsa, o umut siyasetçilerin kürsülerinden değil, bir öğrencinin el yazısıyla tuttuğu dövizden, okul kantininde fısıldaşan sözcüklerden, karakol önünde bekleyen velilerin gözlerinden geliyor.
Bu çocuklara borcumuz var.
Bugüne kadar sustuğumuz, görmezden geldiğimiz, “zaten bir şey değişmez” dediğimiz her an için… Bu sefer onlar konuşuyor. Onların sesiyle birlikte, biz de kendimize gelebiliriz belki. Çünkü eğer bu ülkede bir şeyler düzelecekse, onun ilk cümlesi çoktan yazıldı:
“Öğretmenime dokunma.”