Suriye, çatırdayan bir çölün ortasında, hareketsiz yatıyordu. Kuru toprak onun çatlamış derisi, gökyüzü ise hiç dinmeyen yasını haykırıyordu. Bedenin çevresinde, sinsice dolanan kara kanatlı kargalar sıralanmıştı. Gözleri açgözlü bir pırıltıyla parlıyordu; her biri bir fırsat, bir pay arıyordu.
En iri karga, pençeleriyle kumları eşelerken boğuk bir sesle konuştu:
“Bu topraklar benim hakkım! En büyük pay bana düşer. Gücüm yetiyor, alırım.”
Diğer karga, daha zarif ama keskin gözlerle karşılık verdi:
“Hayır, bu çölün altında gizli hazineler var. Onlar yalnızca benim bilgimle çıkarılır. Bu toprak bana borçlu.”
Üçüncü karga, kanatlarını açarak gökyüzünde daireler çizerken tiz bir kahkaha attı:
“Ah, siz hep böyle konuşursunuz. Ben geldim, gördüm ve aldım. Bu leşin kokusunu en uzaktan ben aldım!”
Dördüncü karga sessizdi. Onun yalnız gölgesi cesedin üzerine düşüyordu, ama bakışlarında açlıktan daha fazlası vardı—bir plan, bir hesap.
Suriye’nin çıplak bedeninin üzerinde hepsi bir kavgaya tutuşmuştu. Her biri payına düşeni koparmak için diğerine pençe savuruyordu. Bu sırada, uzaktaki rüzgarlar fısıldıyordu. Çöl, onların davasına aldırışsız, çatlaklarında yankılanan bu sesle kendi şarkısını söylüyordu:
“Bu beden benimdi. Ama siz geldiniz. Şimdi hiçbirimizin değil.”
Güneş batarken, kargaların gölgeleri uzuyor, çatışma daha da yoğunlaşıyordu. Ve Suriye, sessizliğin içinde, yalnızca kurumuş dudaklarıyla kumlara dokunarak bu acımasız oyuna tanıklık ediyordu.
Suriye’nin her zerresi, bir başka kara kanadın izini taşıyordu.
Sizce bu kısacık öyküdeki leş kargalarının bir adı var mıydı?