Geçtiğimiz günlerde İstanbul Planlama Ajansı (İPA) Başkanı Buğra Gökce’nin sosyal medya hesabından paylaştığı ‘Acı Tablo: 4 Yılın Hikayesi’ başlıklı açıklama, Türkiye’de emek sınıfının yaşamsal mücadelelerinin çıplak bir özetini sunuyor.
Gökce’nin açıklaması, asgari ücretlinin dört yılda maruz kaldığı ekonomik kaybı net bir biçimde ortaya koyuyor: 2020 Kasım’ında 3 asgari ücretle İstanbul’da temel yaşam maliyetleri karşılanabilirken, 2024 itibariyle bu maliyet 4,5 asgari ücret seviyesine ulaştı.
Buğra Gökce, açıklamasında asgari ücretlinin maaşının neredeyse yarısının eridiğine dikkat çekerek şu ifadeleri kullandı: “4 yıl çalıştı, çabaladı, emek verdi, ter akıttı ama 4 yıl önce mutfağına aldığı kadar ekmeği, eti, sebzeyi şimdi alamıyor. Bugün 4 yıl öncesinden de kötü bir şekilde yaşıyor.”
Bu tabloyu anlamlandırabilmek için çeşitli dinamiklere yakından bakmamız gerekiyor.
Ekonomik Krizin Yükünü Kim Taşıyor?
İstanbul’da yaşam maliyetinin dramatik artışı, özellikle emek sınıfının yaşam standartlarının düşüşü ile paralel ilerliyor. 2020’den bu yana temel gıda fiyatları, barınma maliyetleri ve enerji giderleri başta olmak üzere çeşitli kalemlerdeki artış, enflasyon rakamlarının da ötesine geçerek asgari ücretlinin çıkarabileceği hesapları altüst etti. Ancak bu yüklen kimin karşılaştığı sorusu, yanıtlanması gereken en temel meselelerden biri.
Kapitalist düzen, krizlerin maliyetini genellikle çalışan sınıfların omuzlarına yıkar. İstanbul gibi büyük metropollerde bu yük daha da ğözle görülür hale gelir. Artan kıra fiyatları, ulaşım giderleri ve temel hizmetlerin pahalılaşması, özellikle düzenli bir gelirle yaşayan işçilerin günlük yaşam mücadelesini neredeyse imkansız hale getiriyor.
Asgari Üretin Çöküşü
Asgari üret, Türkiye’de işçi sınıfının büyük bir kısmı için tek gelir kaynağı. Ancak bu üret, sırf ‘asgari’ düzeyde hayatta kalmaya bile yetmiyor. Bu durum, sadece ekonomik politikalardaki yapısal sorunlardan değil, aynı zamanda Türkiye’de uygulanan emek karşıtı neoliberal politikaların bir sonucudur.
4 yılda 1,5 asgari ücretlik farkın ortaya çıkması, sadece enflasyonun değil aynı zamanda kültürel ve sosyal bir bozulmanın göstergesidir. Bu, emeğin değerinin hiçe sayıldığının, çalışanların gelecek beklentilerinin yok edildiğinin kanıtıdır.
Kolektif Çözümler
Asgari ücretlinin yaşam standartlarındaki bu düşüş, bireysel çabalarla düzelemez. Krizden çıkışın temelinde işçilerin öz-yönetim mekanizmalarını kurması ve dayanışma ekonomileri yaratması yatar. İşte bir kaç öneri:
Taban inisiyatifleri ve kolektif çalışma, işçilerin ve mahalle sakinlerinin kendi yaşam alanlarında sorunlara yönelik doğrudan çözümler üretmelerine olanak tanır. Mahalle dayanışma ağları, yerel toplulukların barınma, gıda temini ve eğitim gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak için ortak kaynaklar oluşturmasını sağlar. Örneğin, dayanışma marketleri ve yerel takas sistemleri gibi girişimler, bireysel harcamaları azaltırken kolektif dayanışmayı güçlendirebilir.
Sendika komiteleri ise işçilerin taleplerini daha etkin bir şekilde dile getirebileceği ve örgütlenebileceği bir zemin sunar. Bu komiteler, işyerlerinde ücret artışı, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve sendikal hakların korunması gibi konularda aktif rol oynayabilir. Ayrıca, doğrudan eylemler düzenleyerek barınma, ulaşım ve enerji gibi temel hizmetlerde adil ücretlendirme ve erişim sağlanabilir.
Politik baskı mekanizmalarının oluşturulması da bu sürecin önemli bir parçasıdır. Örneğin, Asgari Ücret Tespit Komisyonu gibi karar alıcı organların şeffaf bir yapıya kavuşturulması, işçi temsilcilerinin aktif katılımı ve bağımsız gözlemcilerin sürece dahil edilmesiyle mümkün olabilir. Böylece, alınan kararlar emekçilerin çıkarlarını daha iyi yansıtacak şekilde şekillendirilebilir.