1871 ilkbaharında Paris, tarihin belki de en kısa ama en etkili devrimlerinden birine tanıklık etti. Paris Komünü yalnızca siyasi bir kalkışma değil; aynı zamanda etik, estetik ve duygusal bir patlamaydı. Halk ilk kez kendi kendisini yönetme hayalini gerçek kıldı. Her şeyin mümkün olduğunu düşündüğü günlerdi bunlar. Fakat bu “mümkünlük hali”, Versailles toplarının gölgesinde fazla uzun sürmedi.
Mitchell Abidor’un Voices of the Paris Commune adlı derlemesi, bu kısa ama yoğun dönemin içinden doğrudan konuşan sesleri bir araya getiriyor. Bu sesler, tarih kitaplarının sayfalarına sıkışmış özetlerden çok daha fazlası. Onlar; yaşamış, direnmiş, düşmüş ama sesini kaybetmemiş insanların tanıklıkları.
Bir anarşist kadın devrimci, bir halk şairi ve bir özgürlükçü ressam. Louise Michel, Jean-Baptiste Clément ve Gustave Courbet… Farklı sosyal alanlardan gelen bu üç insan, Komün günlerinde yalnızca bir siyasi hareketin değil, bir dünya görüşünün de taşıyıcısı oldular.
Louise Michel: Mahkemeye Karşı Ayakta, Halk İçin Eğilmeden
Louise Michel, Paris Komünü’nün en çok hatırlanan figürlerinden biri. Komün bastırıldığında, binlerce insanla birlikte o da tutuklandı. Ancak onun mahkeme savunması, bugüne dek ayakta kalabilen en etkileyici devrimci metinlerden biri olarak kabul ediliyor.
Michel, yargılandığı salonda korku ya da pişmanlık göstermedi. Tam tersine, suçlamaları başı dik bir şekilde kabul etti. Komün’e katıldığı için pişman değil, gururluydu. Öyle ki, mahkemeye dönüp şöyle seslendi:
“Ben devrimi istedim, onun için çalıştım. Eğer tekrar aynı durumla karşılaşsaydım, yine aynısını yapardım. Eğer siz beni bağışlamaya cesaret edemezseniz, o zaman öldürün beni!”
Bu sözlerde bir trajedi değil, bir direniş ahlakı vardır. Michel için devrim, bir seçenek değil, bir zorunluluktu. Komün’ü sadece sosyal adaletin değil, insan onurunun da savunusu olarak gördü.
Bugün Louise Michel’in adı, yalnızca bir devrimcinin adı değil. Aynı zamanda kadınların politik özne olma mücadelesinin, toplum dışına itilenlerin direnişinin ve vicdanın sesi olarak yaşamaya devam ediyor.
Jean-Baptiste Clément: Barikatların Şairi, Kaybedilmiş Aşklar Gibi Direnişi Anlatan Adam
Clément’in barikatlardan yazdığı mektuplar, Komün’ün hem içsel duygusunu hem de dışsal çatışmasını yansıtan nadir belgelerden. Onun yazılarında devrim, silahlı çatışmadan ibaret değildir. Aynı zamanda bir ruh hâlidir, bir ortaklık hissidir, kaybedilse bile uğruna yaşanabilecek bir düş.
Ama Clément’i ölümsüz kılan, yazdığı bir şiirdir: Le Temps des Cerises – “Kiraz Zamanı.” Şiir, Paris Komünü’nün en tanınan şarkılarından biri hâline gelmiştir. Kiraz zamanı, burada sadece mevsimi değil, Komün’ün hayal edilen özgürlük zamanını temsil eder. Aşk, umut ve ölüm şiirin içinde iç içe geçer.
“Kiraz zamanı gelince,
Kurşunlar yapraklara değil, kalbime değdiğinde,
Ne fark eder artık o tatlı meyveler?”
Bu satırlarda sadece bir adamın acısı yoktur. Tüm bir halkın kalp atışları, o mevsimsiz baharın kırmızı lekelerinde toplanır.
Clément’in sesi, devrim anlarının duygu yoğunluğunu, barut ve kanla örülmüş günlerin ortasında bir sevda şiiri gibi fısıldar. Onun yazıları, isyanın yalnızca öfkeyle değil, aynı zamanda tutkuyla da beslendiğini hatırlatır.
Gustave Courbet: Sanatın Savaşla Sınandığı Günlerde Tarafsızlığın İmkânsızlığı
Paris Komünü sırasında sanatçıların ve entelektüellerin ne yapacağı büyük bir tartışmaydı. Kimileri Komün’e katılmayı bir “saf tutma” olarak görürken, kimileri de bu harekete mesafeli kaldı. Gustave Courbet, tam da bu ikiliğin ortasında duran bir figürdür.
Ressam Courbet, sanatın özgürlükçü doğasına inanıyordu. Ona göre sanat, herhangi bir politik gücün aracı olmamalıydı. Ancak bu tarafsızlık iddiası, onu politik mücadeleden tamamen uzaklaştırmadı. Aksine, Komün yönetimiyle diyaloğa girerek sanatçıların bağımsızlığını korumaya çalıştı.
Fakat gerçek şuydu: Sanat da bu devrimden kaçamazdı. Courbet’in aktif katılımı, Komün sonrasında onu hedef hâline getirdi. Versaillais rejimi onu tutukladı, cezalandırdı ve eserlerinin bir kısmı imha edildi. Onun yaşamı, sanatçının kamusal sorumluluğunun ve bedelinin ne olabileceğini trajik bir biçimde gösterdi.
Courbet, bir cephede silahla değil, tuvallerle savaşan bir figür olarak tarihe geçti. Onun tutumu, sanatın apolitik olamayacağını, toplumsal çatışma anlarında estetik üretimin de taraf tutmak zorunda kalacağını gösteren güçlü bir örnek hâline geldi.
Bir Üçlü Portre: Michel, Clément, Courbet
Bu üç isim –Louise Michel, Jean-Baptiste Clément, Gustave Courbet– farklı dillerde konuştular: Michel mahkemede politik bir dil kullandı, Clément şiirle direnişi anlattı, Courbet ise fırçalarıyla pozisyon aldı. Ama tüm bu sesler, aynı barikatın etrafında birleşti.
Paris Komünü, sadece siyasi bir olay değildir. Aynı zamanda bireylerin inançlarının, arzularının ve hayal kırıklıklarının ete kemiğe büründüğü bir andır. Michel’in cesareti, Clément’in hüznü, Courbet’nin entelektüel gerilimi… Hepsi, devrimci anların nasıl da insani, ne kadar karmaşık ve derin olduğunu gösteriyor.
Bugün dünya başka bir yerdedir, ama sorunlar benzerdir: Adalet arayışı, eşitsizlikle mücadele, halk egemenliğini kurma çabası… Louise Michel gibi meydan okuyarak, Clément gibi hissederek, Courbet gibi düşünerek bu mücadeleye dâhil olmak mümkün.
Paris Komünü geçti. Ama o sesler hâlâ yankılanıyor. Duymak isteyen kulaklar için.