İsyandan Kolektife, Umuttan Direnişe Uzanan Bir Deneyim
1936 yazında Barcelona’da yaşananlar, tarih kitaplarının çoğunun satır aralarına sığdırmaya çalıştığı ama anarşist hafızada derin izler bırakan bir devrimci başkaldırının somut örneğidir. Sadece bir şehirde yaşanan politik bir dönüşüm değil; aynı zamanda hayatın en küçük detaylarının bile nasıl özgürleştirilebileceğinin, otoriteye rağmen yaşamın nasıl yeniden kurulabileceğinin canlı bir göstergesidir.
Faşizme Karşı Direnişin İlk Kıvılcımı
1936 yazı, sadece takvimlerin değiştiği bir mevsim değil, tarihin damarlarında yeni bir kanın dolaşmaya başladığı bir andı. İspanya, yıllardır birikmiş öfke ve çelişkilerin kıyısında, patlamaya hazır bir volkan gibi kaynıyordu. Monarşinin çöküşü, İkinci Cumhuriyet’in umutları ve hayal kırıklıkları, burjuvazinin korkusu ve işçi sınıfının sabırsız bekleyişi… Her şey bir kıvılcıma bakıyordu.
O kıvılcım 17 Temmuz 1936 günü, Fas’ta patlayan silah sesleriyle çakıldı. General Franco ve müttefiklerinin başlattığı askeri kalkışma, yalnızca bir darbeye değil, İspanya’da sınıflar arası mutlak bir savaşın ilanına dönüştü. Ertesi gün, 18 Temmuz’da isyan tüm ülkeye yayılmaya başladı. Generallerin hedefi, halkın sesini ezmekti; fakat unuttukları bir şey vardı: İsyan yalnızca yukarıdan başlatılmaz. Bazen en sert karşılığı aşağıdan bulur.
Barcelona, bu karşılığın merkeziydi.

Anarşistlerin Hazırlığı: Geçmişin Birikimi, Sokağın Gücü
Katalonya’nın başkenti Barcelona, o dönemde Avrupa’nın en örgütlü ve politik açıdan en bilinçli işçi sınıflarından birine ev sahipliği yapıyordu. CNT (Confederación Nacional del Trabajo), İberya’nın devrimci anarşist sendikası, şehirdeki fabrikaların, tramvayların, limanların, atölyelerin büyük bölümünde örgütlüydü. CNT sadece bir sendika değil, aynı zamanda bir yaşam biçimiydi. Her mahallenin, her atölyenin, her sektörel birliğin içinde kendiliğinden işleyen doğrudan demokrasi organları vardı. FAI (Federación Anarquista Ibérica) ise CNT’nin devrimci ruhunu taşıyan militan çekirdeğiydi.
İsyan haberi duyulduğunda anarşist militanlar beklemedi. Çünkü yıllardır bunu bekliyorlardı. Darbe değil, devrim anıydı bu. Silahlar gizli depolardan çıkarıldı, barikat planları uygulamaya kondu. Mahalle komiteleri anında toplandı. Raval, Poble Sec, Barceloneta gibi yoksul ve işçi sınıfı mahalleleri ilk örgütlenen alanlar oldu.
Barikatlar Kuruluyor: Şehir Savunmaya Geçiyor
18 Temmuz sabahı, Barcelona sokakları sabah sessizliğinden çok farklı bir şekilde uyanmıştı. Darbeci askerler şehre girmeye çalışıyor, polis ve muhafızlardan destek almaya çalışıyordu. Ancak CNT militanları ve sıradan işçiler, daha önce onlarca grevde kurdukları barikatları bu kez gerçek savaş için kuruyordu. Ellerinde tüfekler, dinamitle hazırlanmış tuzaklar, yıkılmış tramvaylar ve otobüslerle şehir sokaklarını örümcek ağı gibi savunma hatlarıyla çevirdiler.
Faşist subayların öncülüğünde bazı kışlalar isyancı askerleri dışarı çıkarmaya çalıştı. Ancak anarşist milisler kışlalara saldırdı. En kritik çatışmalardan biri Atarazanas Kışlası önünde yaşandı. Saatlerce süren çatışmada CNT militanları, kadınlar, gençler ve yaşlılar birlikte savaştı. Tüm şehir bir direniş hattına dönüştü. Ve sonunda askerler geri püskürtüldü.
Kimi yerlerde silahlar yetersizdi. Ama cesaret ve kolektif irade, mühimmatın yerini aldı. Yalnızca silahla değil, dayanışmayla da savaşıldı. Kadınlar yaralıları taşıdı, yiyecek dağıtıldı, evler milislere açıldı. Bir şehir, omuz omuza vererek kendini savundu.
Zaferin Ardından: Devrimin Eşiği
22 Temmuz’a gelindiğinde, Barcelona’daki darbeci güçler tamamen etkisiz hale getirilmişti. O andan itibaren Barcelona’da devlet otoritesi fiilen çökmüştü. Ancak ortaya çıkan bu boşluk, anarşistler için bir krizin değil, bir fırsatın ifadesiydi. Çünkü anarşizm, sadece yıkmaya değil, yaratmaya da talipti.
Silahların sustuğu anda, sokaklar devrim için konuşmaya başladı. Eski otorite artık yoktu, ama yeni bir düzen dayatılmadı. Onun yerine, mahalle komiteleri, fabrika konseyleri, gönüllü birlikler ve özyönetim organları kurulmaya başlandı.
Barcelona’da o gün yalnızca bir askeri isyan bastırılmadı. Aynı zamanda hayatın başka bir biçimde yaşanabileceğine dair ilk ciddi adım atıldı. İşçiler üretimi kolektif olarak örgütlemeye başladı, ulaşım ve dağıtım yeniden düzenlendi, boş konutlar yoksullara açıldı. Para yerine ihtiyaca göre değişim başladı. Kadınlar kendi özgürlük alanlarını inşa etmek için kolektifler kurdu.
Faşizme karşı verilen bu direniş, yalnızca bir savunma refleksi değil, bir yaşam tahayyülünün silahlı savunusuydu. Barcelona 1936’da yalnızca kurtulmadı; aynı zamanda doğdu.

İsyandan Devrime: Şehirdeki Güç Boşluğu
Barcelona, 1936 Temmuz’unda yalnızca bir askeri kalkışmayı değil, aynı zamanda bir çağın kalıplarını da yerle bir etti. Darbeci generallerin yenilgisiyle birlikte kent, geleneksel anlamda “devletsiz” bir hale geldi. Ancak bu, anarşistlerin yıllardır hayalini kurduğu bir düzenin kapısını araladı. Çünkü onların tahayyülünde devrim, yalnızca iktidarın el değiştirmesi değil; iktidarın kendisinin ortadan kalkmasıydı.
Boşluk Değil, Başlangıç: Devletin Çöktüğü Anda Toplumun Doğması
Faşist subayların bastırılmasının hemen ardından şehirdeki geleneksel kurumlar ya çöktü ya da terk edildi. Belediye meclisleri, polis güçleri, idari bürolar ve adli yapılar –hepsi– işlevsiz kaldı. Bürokratlar kaçtı, yöneticiler ortadan kayboldu. Burjuvazinin büyük bir kısmı, ne olacağını beklemeden şehirden ayrıldı. Devletin kılcal damarları bir gecede kurumuş gibiydi.
Ancak bu çöküş bir anarşistin gözünden bir felaket değil, tam anlamıyla bir doğum anıydı. CNT ve FAI militanları, yaşanan bu iktidar boşluğunu yeni bir iktidar odağı olmak için değil, iktidarsız bir yaşamın zeminini kurmak için değerlendirdi. Anarşist teori, yıllar boyunca propagandasında “iktidarın ele geçirilmesi”ne değil, “iktidarın ortadan kaldırılmasına” odaklanmıştı. Şimdi bu düşünce, sokakta ve fabrikada somutlaşıyordu.
Merkeziyetçiliğin Sonu, Komünlerin Doğuşu
Devletin çöktüğü anda, insanlar kendi mahallelerinde, işyerlerinde ve sosyal çevrelerinde komiteler oluşturmaya başladı. Her komite, bağlı bulunduğu alanın sorunlarına doğrudan müdahale ediyor, ihtiyaçlar bu düzeyde tespit ediliyor ve çözülüyordu. Komiteler, belirli mahallelerdeki tüm konuları —gıda, güvenlik, ulaşım, sağlık, eğitim— tartışıyor ve kararları doğrudan katılımcı süreçlerle alıyordu.
Örneğin, Raval Mahallesi’nde kurulan “Mahalle Komitesi” hem güvenlik hem de gıda dağıtımı işlevini üstlendi. Terk edilmiş marketler ve dükkânlar yeniden açıldı ama artık kar amacıyla değil, ihtiyaca göre ve dayanışmayla işletiliyordu. Şehirdeki tramvaylar yeniden çalıştırıldı ama onları yöneten artık şirketler değil, işçi konseyleriydi.
Fabrikalar işçilerin denetimine geçti. İşyerlerinde “komiteler” seçilerek üretim yeniden planlandı. Ne üretileceğine, nasıl üretileceğine, ürünlerin nereye gönderileceğine çalışanlar birlikte karar veriyordu. Müdürler ya işçilerle eşitlenmişti ya da görevlerinden tamamen uzaklaştırılmıştı.
Federatif Yapı: Komünlerden Kolektif Karara
Bu yerel ve sektörel komiteler, kendi içlerinde bağımsız çalışsalar da birbirlerinden kopuk değillerdi. CNT’nin uzun yıllardır inşa ettiği yatay ve federatif örgütlenme biçimi, tam da bu anda hayati önem kazandı. Her komite kendi kararlarını alıyor, ama aynı zamanda şehrin genel koordinasyonu için diğer komitelerle federatif ağlar kuruyordu.
Kısacası, şehir tek bir merkezden değil; birbirine bağlı, yatay çalışan ve doğrudan demokrasiye dayalı birçok merkezden yönetiliyordu. Bu yapı, klasik anlamda bir hükümet değildi ama işlev açısından bir hükümetten daha fazlasını sağlıyordu: Temsil değil, katılım vardı; hiyerarşi değil, eşitlik vardı.
Yeni Bir Toplumsal Zemin: İktidarsız Yaşamın Mümkünlüğü
Bu süreçte en çarpıcı olan şey, tüm bu dönüşümün zorla dayatılmamış olmasıydı. Hiçbir yasa, hiçbir emir, hiçbir liderlik bu yapıyı inşa etmedi. Tam tersine, halk kendi gündelik yaşamını yeniden kurmak için harekete geçti. Ve bu, anarşizmin belki de en önemli tezini canlı bir örnekle ispatladı: İnsanlar, devlet olmadan da örgütlenebilir. Hatta çok daha iyi örgütlenebilir.
Anarşistler, bu momenti yalnızca yönetim biçimi üzerinden değil, kültürel ve toplumsal ilişkiler üzerinden de yeniden inşa etti. Toplumsal cinsiyet rollerine, mülkiyet ilişkilerine, dinin ve paranın rolüne dair radikal tartışmalar başlatıldı. Yalnızca üretim değil, yaşamın kendisi kolektifleştirildi.
Barcelona 1936’da devletin yokluğu, toplumsal bir çöküşe değil, yaratıcı bir patlamaya neden oldu. Kent, kendi aklıyla, kendi elleriyle yeni bir düzen kurdu. Devletin çekilmesiyle ortaya çıkan boşluk, iktidarın halkın kolektif bilinciyle doldurulabileceğini ve üstelik bu şekilde çok daha adil, yatay ve özgür bir yaşamın mümkün olabileceğini gösterdi.
Ve belki de en önemlisi, tüm bu yapının merkezinde şu fikir vardı:
“İktidar, tahakküm üretir. Özgürlük ise birlikte yaşamakla kurulur.”

Fabrikaların ve Hizmetlerin Kolektifleştirilmesi
1936 yazı sadece bir politik devrim değil; üretim ilişkilerinde kökten bir dönüşümün de başlangıcıydı. Faşist darbeye karşı kazanılan zafer, yalnızca iktidarın reddiyle değil, mülkiyetin ve emeğin toplumsallaştırılmasıyla tamamlandı. Barcelona’da işçiler, artık sadece üretim araçlarının değil, kendi yaşamlarının da yöneticisi oldular. Bu, tarihin gördüğü en geniş çaplı ve en bilinçli kolektifleştirme deneyimlerinden biriydi.
Kolektifleştirme Neden ve Nasıl Gerçekleşti?
Anarşistlerin uzun süredir savunduğu temel bir ilke vardı: “Üreten, yöneten olmalıdır.” Devletin ve burjuvazinin çözüldüğü bu ortamda, bu ilke bir gecede soyut bir ideal olmaktan çıkıp sınıfsal bir pratiğe dönüştü.
Kapitalist patronların kaçması veya ortadan kaybolmasıyla yüzlerce fabrika ve atölye sahipsiz kaldı. Ancak işçiler bu boşluğu beklemekle değil, harekete geçerek doldurdu. CNT öncülüğünde oluşturulan fabrika komiteleri, işyerlerini devraldı. Bu, yağmalama ya da keyfi bir gasp değil; planlı, kolektif ve bilinçli bir geçiş süreciydi.
Kolektifleştirilen Sektörler: Üretimden Hizmete
- Sanayi Tesisleri: Barcelona’nın metal işçiliği, tekstil ve mühendislik alanındaki güçlü yapısı, işçilerin kendi aralarında üretimi organize etmesine olanak tanıdı. Özellikle otomotiv, makine üretimi ve silah sanayi kolektifleştirildi.
- Ulaşım: Tramvay sistemleri, otobüs hatları, liman hizmetleri işçiler tarafından işletilmeye başlandı. Toplu taşıma, artık ücretli bir hizmet olmaktan çıkıp ortak yararın bir parçasına dönüştü.
- Sağlık ve Eğitim: Doktorlar, hemşireler ve eğitimciler kendi aralarında örgütlenerek hastaneleri ve okulları kolektifleştirdi. Parayla erişilen hizmetler, herkesin ulaşabildiği ortak kurumlara dönüştü.
- Ticaret ve Tedarik Zinciri: Marketler, fırınlar ve dağıtım ağları yeniden örgütlendi. Ürünlerin dağıtımı ihtiyaca göre planlandı. Bazı bölgelerde paranın yerine geçici kupon sistemleri kullanıldı.
Nasıl Çalışıyordu?
Her fabrikada veya hizmet biriminde işçiler kendi konseylerini seçti. Bu konseyler, işyerinin tüm işleyişinden sorumluydu: Hangi hammaddeler alınacak, ne kadar üretilecek, çalışma saatleri nasıl olacak, kim hangi görevi üstlenecek…
Ancak bu komiteler yalnızca birer “yönetici kurul” değil; her karar doğrudan işçi meclislerinde tartışılıyor ve oylanıyordu. Bürokrasi yoktu. Amir yoktu. Ücret eşitliği ve iş bölümünde adalet, temel ilkelerden biriydi. Çoğu yerde, yöneticiler ya seçilerek belirleniyor ya da herkesle aynı ücreti alıyordu.
Fabrikalar arası sektörel federasyonlar oluşturuldu. Bu federasyonlar, üretim fazlası olan fabrikaların ihtiyaç fazlasını diğer bölgelere dağıtmasını sağladı. Yani yalnızca bireysel bir işletmenin değil, bir bütün olarak toplumun ihtiyaçları gözetiliyordu.
Mülkiyetin Dönüşümü: Sahiplikten Sorumluluğa
Anarşist kolektifleştirme, mülkiyeti sadece el değiştirme anlamında görmez. Amaç, patronun yerine başka bir yönetici koymak değil, mülkiyet fikrini dönüştürmektir. İşçiler artık üretim araçlarının “sahibi” değil; onların kolektif sorumluluğunu taşıyan özneleriydi. Fabrika artık bir işyeri değil, toplumsal bir organizma haline gelmişti.
Bu kolektif yapılar, anarşistlerin yıllardır savunduğu fikirlerin canlı deneyleri oldu. Kâr için değil, ihtiyaç için üretim. Rekabet değil, dayanışma. Hiyerarşi değil, eşit katılım.
Karşılaştıkları Zorluklar
Elbette her şey sorunsuz ilerlemedi. Hammaddelere erişim, enerji krizi, dış dünyayla bağlantı gibi zorluklar vardı. Ayrıca, devrimci olmayan bazı köylü ve küçük üreticilerin kolektifleştirmeye direnişi de görüldü. CNT ve FAI, bu tür direnişleri bastırmaktan ziyade, ikna ve gönüllülük ilkesine dayalı bir yöntem izlemeyi tercih etti.
Ayrıca Cumhuriyetçi hükümet ile anarşistler arasında zaman zaman gerilimler yaşandı. Devlet mekanizmasını savunmaya devam eden partiler, kolektifleştirmelere kuşkuyla bakıyor; “anarşist kaos” olarak nitelendiriyordu. Ancak, şehrin büyük çoğunluğu bu uygulamalardan memnundu. İşçiler ilk kez kendi emeklerinin gerçek sahibi olmuştu.
Toplumsal Bilincin Dönüşümü
En az üretim kadar önemli olan şey, kolektifleştirmenin zihinlerde yarattığı dönüşümdü. İnsanlar artık bir “işçi” ya da “çalışan” değil; kendi hayatının kurucusu, sorumlusu, karar vereni olmuştu. İşyerleri sadece üretim değil, katılım, eğitim ve politik bilinç alanları haline geldi.
Kolektifler içinde görev paylaşımı, kadın-erkek eşitliği, göçmenlerin hakları ve hatta boş zamanların örgütlenmesi bile tartışmaya açıldı. Çünkü özgürlük, sadece çalışmamak değil; üretirken özgür olmak anlamına da geliyordu.
Mahalle Komiteleri ve Günlük Yaşamın Yeniden Örgütlenişi
Barcelona 1936’da yalnızca fabrikalar değil, günlük yaşamın tamamı devrimci bir anlayışla yeniden kuruldu. Şehir sadece üretim alanlarında değil, mahallelerin en küçük sokaklarında, fırınlarda, evlerde, lokantalarda, çocuk parklarında bile değişimin nabzını tutuyordu. Bu dönüşümün en önemli yapı taşı ise “mahalle komiteleri”ydi.
Merkeziyetin Çöküşü, Yatay Örgütlenmenin Doğuşu
Devletin ve belediyenin idari kapasitesinin çökmesiyle birlikte şehir boşluğa düşmedi. Aksine, CNT-FAI’nin uzun yıllardır tabanda yürüttüğü örgütlenme çalışmaları sayesinde halka dayalı, yatay yapılar bir anda kendilerini gösterdi. Özellikle işçilerin ve sıradan yurttaşların bir araya geldiği komiteler, şehir yaşamını kendi elleriyle şekillendirmeye başladı.
Komiteler Ne İş Yapıyordu?
Her mahallede oluşturulan bu komiteler hem yerel konseyler olarak çalışıyor hem de günlük yaşamın tüm yönlerini koordine ediyordu. Yetki devleti temsil etmeye değil, mahallede yaşayan halkın ortak iradesine dayanıyordu.
Komitelerin görev alanlarından bazıları şunlardı:
- Gıda dağıtımı ve tedarik: Temel ihtiyaçların tüm mahalle sakinlerine adil biçimde ulaştırılmasını organize ettiler. Fırınlar, kasaplar, manavlar koordine edildi.
- Barınma ve evsizlik: Boşta kalan evler ya da terk edilen apartmanlar, evsizlere paylaştırıldı. “Mülkiyetin kutsallığı” yerine “barınma hakkı” öncelendi.
- Sağlık hizmetleri: Mahalle düzeyinde hemşireler, doktorlar görevlendirildi; küçük tıbbi birimler oluşturuldu. Hastalar şehir merkezine gitmek zorunda kalmadan ilk müdahaleyi alabildiler.
- Güvenlik ve milis örgütlenmesi: Faşist tehdit sürdüğü için mahalle komiteleri aynı zamanda silahlı özsavunma birlikleri de kurdu. Nöbetler tutuldu, halk mahallelerini kendisi korudu.
- Kültürel yaşam ve eğitim: Okullar kolektifleştirilirken, mahallelerde çocuklar için oyun alanları, gençler için okuma odaları, yetişkinler için siyasal eğitim toplantıları düzenlendi.
- İletişim ve koordinasyon: Her komite haftalık halk toplantıları düzenliyor, alınan kararları kayıt altına alıyor, diğer mahallelerle iletişim kuruyordu.
Herkesin Sesi, Herkesin Kararı
Mahalle komiteleri temsilci sistemine değil, doğrudan katılıma dayalıydı. Haftalık toplantılarda her mahalle sakini konuşma hakkına sahipti. Kadınlar, yaşlılar, çocuklu anneler, göçmenler—herkes söz aldı. Çünkü devrim yalnızca yönetim biçimini değil, konuşma hakkını da tabana indirdi.
Bu komiteler oylama, tartışma, fikir birliği gibi yöntemlerle karar alıyor, kararlar hemen uygulanıyordu. Bürokrasi yoktu. Hiyerarşi yoktu. Yasalar değil, ortak akıl yürürlükteydi. Herkes, yalnızca katılımcı değil; sorumluydu.

Kadınların Rolü ve Özgürlük Alanı
Mahalle komiteleri aynı zamanda kadınların ilk kez kamusal alanda güçlendiği alanlardı. Mujeres Libres (Özgür Kadınlar) gibi anarşist feminist gruplar, mahallelerde doğrudan katılım sağladı. Kadınlar sağlık, eğitim ve güvenlik konularında aktif roller aldı.
Ev içi emek görünür hale getirildi. Çamaşırhaneler, ortak mutfaklar ve çocuk bakım merkezleri açıldı. Böylece kadınların sosyal yaşama katılımı arttı. Bu sadece bir eşitlik meselesi değil, kadının özgürleşmesiyle toplumun özgürleşmesi demekti.
Komünal Ruh: Paylaşım, Dayanışma, Karşılıklı Yardım
Mahalle komitelerinin temel ilkesi dayanışmaydı. Elindeki fazla unu komşusuna veren, hasta olan yaşlı için doktor çağıran, okuma yazma bilmeyen kadına ders veren bir ruh yayıldı Barcelona sokaklarına.
Bakkallar kâr peşinde koşmuyor, hizmet sağlıyordu. Sokakta aç kalan bir çocuk için “kimin sorumluluğunda” sorusu sorulmuyor, doğrudan sahipleniliyordu. Çünkü mahalle bir yer değil, bir birlikteliğin adı olmuştu.
Merkezsiz Ama Koordineli
Her mahalle bağımsız karar alabiliyordu ama bu yalnızlık demek değildi. CNT’nin oluşturduğu federatif yapılar sayesinde mahalleler arası koordinasyon da sağlanıyordu. Gıda fazlası olan mahalle ihtiyaç sahibi bölgelere yardım gönderiyor, milis güçleri gerektiğinde birlikte hareket ediyordu.
Yani yerelin özgürlüğü ile genelin birliği birlikte yürütülüyordu—bu, anarşist özyönetimin can damarıydı.
Günlük Hayatın Politikleşmesi
Mahalle komiteleri sayesinde “politik olan” yalnızca meclislerde ya da barikatlarda değil, evde, pazarda, okulda, yemek masasında da yaşanıyordu. Komiteler, halkın sadece yönetime değil, kendi hayatına katılmasını sağladı.
Halk ilk kez yaşadığı sokakta sadece yürüyen değil, orayı şekillendiren, koruyan, üreten ve dönüştüren bir özne oldu.
Kadınların Özgürleşmesi: Mujeres Libres ve Sosyal Cinsiyetin Sarsılması
1936 Devrimi yalnızca bir siyasal düzen değişikliği değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet rollerine karşı radikal bir isyandı. Barcelona sokaklarında barikatlar kurulurken, evlerin içindeki hiyerarşiler de parçalanıyordu. Bu devrimin en görünmez, en derin cephelerinden biri kadınların özgürleşme mücadelesiydi.
Ve bu mücadelenin adı: Mujeres Libres (Özgür Kadınlar).
Bir Devrimin İçinden Doğan Devrim
İspanya’daki devrimci hareketin içinde kadınlar uzun süredir yer alıyordu. Ancak bu katılım çoğu zaman “yardımcı” rollere sıkıştırılıyordu. Grevler destekleniyor, silahlar temizleniyor, yaralılar iyileştiriliyordu—ama kadınlar kendi gündemleriyle, kendi özgürlükleriyle sahnede yer alamıyordu.
İşte bu sessizliğe karşı atılan en güçlü adım Mujeres Libres’ti. 1936’da kurulan bu anarşist feminist örgüt, devrimi kadınsızlaştırmaya çalışan her yaklaşımı reddetti ve şu sloganı yükseltti:
“Ne kadınlar kadın olarak kurtarılabilir, ne işçiler işçi olarak: ancak birlikte özgürleşebiliriz.”
Kadının Üçlü Zinciri: Cehalet, Yoksulluk ve Bağımlılık
Mujeres Libres, kadınların üzerindeki baskının sadece erkeklerden değil, patriyarkal kültür, devlet ve sermaye üçlüsünden kaynaklandığını vurguladı. Bu nedenle mücadele üç cephede yürütüldü:
- Cehalet: Kadınların eğitime erişimi sınırlıydı. Birçok kadın okuma yazma bilmiyor, siyasal tartışmalardan dışlanıyordu. Mujeres Libres mahallelerde okuma yazma kursları, siyasal bilinç atölyeleri ve mesleki eğitim programları başlattı.
- Yoksulluk: Kadınlar genellikle düşük ücretli ve güvencesiz işlerde çalışıyor, ekonomik bağımlılık nedeniyle şiddete ve itaate mahkûm ediliyordu. Kooperatiflerde kadın emeği kolektifleştirildi, ücret eşitliği savunuldu.
- Bağımlılık: Aile içinde kadın “erkeğin tamamlayıcısı” olarak görülüyor, özgür bir birey değil “eş” ya da “anne” kimliğiyle tanımlanıyordu. Mujeres Libres bu rolleri ters yüz etti. Kadınların özne olduğu bir yaşam tahayyül edildi.
Silahlı Kadınlar: Barikatlarda Kadın Suretleri
Barcelona sokaklarında sadece erkekler değil, kadınlar da silah taşıyordu. Kimi zaman bir barikatın başında, kimi zaman bir devrim mahkemesinde, kimi zaman bir klinikte hemşire ya da cerrah olarak görev yapan kadınlar; devrimi erkek egemenliğinden arındırmak için ellerine silahı, kalemi ve megafonu birlikte aldılar.
Kadınların cepheye gitmesi bile başlı başına bir devrimdi. Çünkü “kadınlar korunmalıdır” şeklindeki paternalist bakış, onların faşizme karşı savaşta aktif aktör olmasını engellemek için kullanılıyordu. Mujeres Libres bu bakış açısını reddederek kadının hem mücadeleci, hem üretici hem de dönüştürücü bir özne olduğunu gösterdi.
Kadın Komünleri ve Kolektif Evler
Barcelona’da bazı mahallelerde Mujeres Libres öncülüğünde kadın kolektifleri kuruldu. Bu kolektifler, ev içi emeği ortaklaştırmak ve kadının kamusal yaşama daha fazla katılmasını sağlamak için çeşitli hizmetler sundu:
- Ortak mutfaklar kurularak yemek yükü kadınların omzundan alındı.
- Çocuk bakım evleri sayesinde kadınlar eğitimlere ve örgütlenmelere katılabildi.
- Kadın sığınakları oluşturularak şiddet gören ya da kaçan kadınlara güvenli alan sağlandı.
Bu yapılar sayesinde “kadın yeri evidir” anlayışı fiilen dağıldı. Kadınlar artık yalnızca özel alanın değil, kamusal ve politik alanın da parçasıydı.
Sosyal Cinsiyetin Sarsılışı
1936 Devrimi, sadece “kadınlar özgürleşsin” diye değil, aynı zamanda erkekliğin sorgulanması için de bir fırsattı. Mujeres Libres erkeklere “kadınlara yer açın” demekle kalmadı; aynı zamanda “erkekliği bırakın, insanca yaşayın” çağrısı yaptı.
Erkeklik, emir vermekle, sahiplenmekle, korumakla tanımlandıkça, özgürlük alanı da daralıyordu. Bu nedenle devrim, hem kadınları özgürleştirirken hem de erkekliği çözmeye çalışan bir deneyimdi.
Devletçi Feminizme Karşı Anarşist Feminizm
Mujeres Libres’in mücadelesi feministti ama aynı zamanda anarşistti. Çünkü onların derdi yalnızca kadınları meclise sokmak ya da yasa çıkarmak değildi. Asıl hedef, devleti, patriyarkayı ve sermayeyi birlikte ortadan kaldırmaktı.
Bu yönüyle Mujeres Libres, günümüz feminist hareketleri için hâlâ ilham verici ve radikal bir örnektir. Onlar “eşit yurttaş” olmak istemedi; onlar, eşitlik değil, özgürlük istediler. Çünkü eşitlik bir kalıba sıkıştırabilir ama özgürlük her kalıbı parçalar.
Kültür, Sanat ve Anarşist Eğitim: Okullar, Tiyatrolar ve Halk Üniversiteleri
1936 Devrimi yalnızca bir askeri ya da ekonomik başkaldırı değildi; aynı zamanda bir kültürel kopuşun ve zihinsel özgürleşmenin adımıydı. Barcelona’da silahlar sustuğunda, devrim başka bir cephede yeniden başladı: bilgi, sanat, bilinç ve hayal gücü cephesinde.
Faşizmin dogmatik, milliyetçi ve dindar kültürüne karşı; CNT ve FAI öncülüğündeki anarşist yapılar özgürlükçü, yaratıcı ve eşitlikçi bir kültür devrimi başlattı.
Cehalete Karşı Kolektif Bilinç: Eğitimde Anarşist Yaklaşım
Yüzyıllar boyunca Katolik Kilisesi’nin denetiminde olan İspanyol eğitim sistemi, itaati, günahı ve kaderciliği kutsuyordu. Barcelona’daki devrimciler bu zinciri kırmakta kararlıydı.
- Kiliselere ait okullar kamulaştırıldı ve yerine özgürlükçü pedagojik anlayışla kurulan eğitim merkezleri açıldı.
- Francisco Ferrer’in mirasından esinlenen “Modern Okul” modeli canlandırıldı. Bu okullarda ceza sistemi yoktu; katılım gönüllüydü, çocuklar düşünmeye ve sorgulamaya teşvik ediliyordu.
- Eğitim, yaşa ve cinsiyete göre değil, ihtiyaca ve ilgiye göre örgütleniyordu. Çocuklar kadar yetişkinler de bu yeni sistemin parçasıydı.
Okullar artık sadece bilgi aktarma değil, aynı zamanda devrimci bilinç üretme mekânlarıydı.
Halk Üniversiteleri ve Özgür Bilgi Yayılımı
Anarşist hareketin en dikkat çekici kazanımlarından biri de, her bireyin öğrenme hakkı ve entelektüel gelişimi için oluşturduğu Halk Üniversiteleriydi.
- CNT ve FAI’nin mahalle örgütleri, toplantı salonlarını, boş fabrikaları ve el konulan konakları eğitim merkezine dönüştürdü.
- Burada siyaset teorisi, kooperatifçilik, doğa bilimleri, felsefe, yabancı dil, tiyatro ve halk sağlığı gibi çok geniş bir yelpazede dersler verildi.
- Eğitmenler gönüllüydü. Kimi zaman bir doktor, kimi zaman eski bir anarşist militan ya da yazar, halka doğrudan ders veriyordu.
Bu alanlar yalnızca bilgi aktarımı değil, karşılıklı öğrenim ve özgür tartışma alanlarıydı. Herkes öğrenci, herkes öğretmendi.
Tiyatro, Müzik ve Anarşist Sanatın Doğuşu
Barcelona sokakları artık sadece gösteri alanı değil, tiyatro sahnesine dönüştü. Devrim, sanatı lüks olmaktan çıkararak gündelik hayatın bir parçası haline getirdi.
- Tiyatrolar işgal edilerek kolektif sanatsal gruplar kuruldu. Bu gruplar, klasik oyunları halkın diline çevirip yeniden yorumladı.
- İspanyol alt sınıflarının deneyimini anlatan özgün metinler yazıldı. Sansür yoktu, otorite yoktu, eleştiri sınırsızdı.
- Sokak performansları, kukla gösterileri ve devrimci müziklerle propaganda sanat değil, halkın içinden sanat üretildi.
Sanat, propaganda değil; yaşamı dönüştürme aracı olarak görüldü. Herkes sanatçı, her mekân potansiyel bir sahneydi.
Kitaplar, Matbaalar ve Düşünsel Patlama
Faşistlerin bastırmak istediği kitaplar artık serbestti. Anarşist federasyonlar kendi yayın ağlarını kurarak sansürsüz bir düşünce akışını sağladı:
- El konulan burjuva matbaaları, CNT’ye bağlı yayınevleri haline geldi.
- Klasik anarşist metinler (Bakunin, Kropotkin, Emma Goldman, Malatesta) İspanyolcaya çevrildi, ücretsiz dağıtıldı.
- Halk kütüphaneleri kuruldu. Bazıları bir dükkanın bodrum katında, bazıları eski bir kilise binasında… ama hepsinde bir tutku: özgür bilgiye erişim.
Kitap, devrimci bilinç için barut kadar değerliydi.
Çocuklar, Oyun ve Hayal Gücü: Devrimde Pedagoji
Anarşistler, çocukları geleceğin yurttaşları değil, bugünün özgür bireyleri olarak gördü. Bu yüzden:
- Oyun, eğitimden dışlanmadı; eğitim oyunla iç içe geçti.
- Çocuklara “vatan sevgisi” ya da “millet görevi” değil, sorgulama, paylaşma, yardımlaşma öğretildi.
- Otoriteye boyun eğen nesiller yerine, dayanışmayı önceleyen, içgüdüsel özgürlüğünü koruyan çocuklar yetiştirilmek istendi.
Barcelona’da kurulan çocuk kulüpleri ve yaz kampları, devletin şekillendirdiği değil, halkın hayal ettiği çocukluğu mümkün kıldı.
Kültürel Eylemin Politik Gücü
Tüm bu kültürel ve eğitimsel faaliyetler, yalnızca “hoş” ve “insani” faaliyetler değildi. Bunlar devrimin ruhuydu. Çünkü anarşist devrim şunu biliyordu:
“Yeni bir dünya yaratmak istiyorsak, eski dünyanın dilini, eğitimini, sanatını ve ahlâkını terk etmeliyiz.”
Barcelona’daki kültür devrimi, yeni bir insan modeli yaratmaya çalıştı. Kendini bilen, kendini yöneten, sanatıyla ifade eden, bilgiyle donanmış bir insan. Devleti istemeyen değil, devlete ihtiyaç duymayan bir insan.
Karşı Devrim ve Yıkım Süreci
1936 yazında Barcelona’da başlayan devrimci coşku, yalnızca faşistlerle değil, aynı zamanda devrim içinde yeşeren karşı devrimci eğilimlerle de mücadele etmek zorunda kaldı. Faşist tehdide karşı kurulan milisler, kolektif fabrikalar ve mahalle komiteleriyle şekillenen özgürlükçü yapılar, zamanla Cumhuriyetçi hükümetin ve Stalinist güçlerin müdahaleleriyle kuşatılmaya başlandı. Devrim yalnızca sokakta değil, kendi müttefikleri içinde de savunulmak zorundaydı.
Cumhuriyetçi hükümet, başta anarşistlerin desteğine ihtiyaç duysa da, bu desteği kullanarak devrimci yapıları törpülemeye yöneldi. CNT ve FAI milislerinin cephedeki varlığı meşru görülürken, şehirdeki kolektif yaşam biçimleri “kontrol dışı” ve “kaotik” olarak damgalandı. Devlet otoritesini yeniden inşa etme fikri, anarşist özyönetim yapılarıyla açık bir çatışmaya girdi. Devrimcilerin savaşta kazandığı alanlar, siyasal masa başında birer birer elden alınmaya başlandı.
Bu karşı devrimci süreçte en etkin güçlerden biri Stalinist çizgideki PCE ve onun Katalonya’daki uzantısı PSUC oldu. Sovyetler Birliği’nin silah yardımı karşılığında politik nüfuz talebi, devrimci hareketin bastırılmasını öncelik haline getirdi. Anarşist kolektifler “terör hücreleri” olarak etiketlenirken, özellikle tarım komünlerine yönelik dezenformasyon kampanyaları yürütüldü. CNT’ye ait radyo istasyonları kapatıldı, yayınlar sansürlendi, önde gelen militanlar tutuklandı veya infaz edildi.
Bu atmosferin doruk noktası 1937 Mayıs’ında yaşandı. Barcelona’daki Telefon Santrali’nin kontrolü üzerinden başlayan bir gerginlik, kısa sürede silahlı çatışmaya dönüştü. CNT militanları, karşı devrimci güçlerin saldırısına karşı barikatlar kurarak şehirde tekrar savaşmaya başladı. Ancak bu kez düşman dışarıdan değil, aynı mücadele içinde yer aldığı güçlerden geliyordu. Beş gün süren çatışmalarda yüzlerce kişi hayatını kaybetti, anarşist örgütlerin birçok üyesi tutuklandı, devrimci basın susturuldu. Bu olay, Barcelona’daki devrimin kırılma anıydı. Karşı devrim, devrimi içeriden boğmaya başlamıştı.
Çatışmaların ardından kolektif yapılar hızla tasfiye edildi. Tarım komünleri dağıtıldı, fabrikalar devletleştirildi, milisler düzenli orduya entegre edildi. Mujeres Libres gibi kadınların özgürleşmesini hedefleyen örgütler marjinalleştirildi. Devrimin kazanımları sistemli şekilde ortadan kaldırılırken, şehir yavaş yavaş yeniden devletin ve bürokrasinin kontrolüne girdi. Anarşistlerin düş kurduğu özgürlükçü toplum modeli, hem dışarıdan hem içeriden kuşatıldı.
1939 yılında Franco’nun ordusu Barcelona’ya girdiğinde, şehir artık parçalanmış ve savunmasızdı. İçerideki hizip savaşları, devrimci ruhu zayıflatmış, faşist saldırıya karşı direnişin temellerini oymuştu. Devrimin yenilgisi yalnızca düşmanın gücünden değil, bir hayalin içerden adım adım boğulmasından da kaynaklandı.