Bugün bir kez daha çok tanıdık bir senaryo ile uyandık.
Daha önce sıklıkla olduğu gibi, sabahın erken saatlerinde, polis kapıları çalarak bir kez daha toplumun örgütlü yapılarına yönelik baskıların habercisi oldu. Ankara merkezli bir soruşturma kapsamında, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) üyeleri, insan hakları savunucuları ve gazeteciler dahil olmak üzere birçok kişi gözaltına alındı, bazıları ise tutuklandı.
Bu sahne, bize iktidarın gittikçe daha otoriter bir yola saptığını bir kez daha gösteriyor. Zira bu kez sadece bu operasyonla yetinilmedi; Bahçesaray Belediyesine kayyım atandı, ana muhalefet lideri hakkında soruşturma başlatıldı ve daha sabah saatlerinde Dersim Belediye Eş Başkanı Birsen Orhan gözaltına alındı.
Bu hamlelerin tesadüf olmadığı ortada. Amaç belli: Toplumun örgütlü gücüne darbe vurmak, çıkan sesi kısmak.
Bu operasyonların gerekçesi ne?
Elbette yıllardır alışılan kalıp laflar: “Teröre destek,” “huzuru bozan faaliyetler,” “ulusal bütünlüğe tehdit.”
Oysa bu retoriğin ardında çıplak bir gerçek yatıyor: Güç kaybeden bir rejim, ömrünü uzatmak için baskıyı artırıyor. Siyasi meşruiyetin yerini polis baskınları, adaletin yerini kayyımlar ve mahkeme koridorlarında verilen tutuklama kararları alıyor.
12 Eylül darbesinden beri bu topraklarda böylesi görülmedi diyemeyiz; çünk bu ülkede darbe mekaniği hicranımız. Ancak şunu söyleyebiliriz: Bugün yaşananlar, toplumu susturma çabasının son derece organize ve çok yönlü bir stratejisi.
Eş Genel Başkan Yardımcısı Sevtap Akdağ, Kayapınar Belediye Eş Başkanı Cengiz Dündar ve İHD kurucularından Nimet Tanrıkulu gibi isimlerin hedefte olması, bu stratejinin doğrudan örgütlü yapılara odaklandığını gösteriyor.
Sadece DEM Parti değil; sendikalar, gazeteciler, yerel yöneticiler, hatta sanatçılar dahi bu baskı dalgasından nasibini alıyor. Şiir yazanı, karikatür çizenı, haber yapanı hedef almak, bir iktidarın korkularının çıplak bir şekilde dışa vurumudur.
Toplum bu operasyonları sadece seyrediyor mu?
Tabii ki hayır. Ama baskının boyutu ve yaygınlığı, korku ülkesinin duvarlarını kalınlaştırıyor. Bu noktada sıkça dile getirilen bir soru var: “Peki, bu böyle nereye kadar sürecek?”
Rejimin çabaları, toplumu tamamen teslim almak; şu ana kadar bu kadarı başarılamadı ve başarılması da zor. Ancak bu sürecin faturası, bütün topluma çok ağır bir maliyet olarak geri dönüyor.
Buradan kıyamete kadar şöyle seslenebilirim: Adalet diye bağıran bir toplum, gözaltılarla tutuklamalarla susturulmaz. Ekmeğini, işini, geleceğini isteyen bir halk, kayyım politikalarıyla sindirilemez.
Gözaltılar, baskılar, mahkemeler… Bu şablonlarla çağ atlanmaz, şiddet ve korku düzeniyle huzur kurulmaz.
Toplumun her bireyi bu kara tabloyu değiştirmenin bir parçası olmalı. Dayanışma, direnç, hak ve özgürlük taleplerimizi dillendirmekten asla vazgeçmemeliyiz.
Karanlık ancak ve ancak şafakla dağılır; o şafağı getirense el ele tutunan insanların cesareti ve dayanışmasıdır.
Bu yazıyı yazarken motivasyonum Sevtap oldu.
Onu yakından tanırım; neşeli halleri, özenle seçilmiş kelimeler ile kurulu sözleri ve her zaman geleceğe dair umut dolu bakışıyla hafızamda yer alıyor. Sevgi dolu kişiliğiyle çevresine ışık saçan Sevtap’ın, böylesine bir baskıya maruz kalması, içinde yaşadığımız sistemin ne denli yozlaştığını bir kez daha gösteriyor ve sisteme olan öfkemi çok daha derinleştiriyor.
Yeryüzü adalet ve özgürlükle tanışana kadar öfkem de dinmeyecek.