Ne İsrail halkı attı o füzeleri, ne İran halkı çağırdı bombaları. Ama ölen yine onlar.
Hiçbir savaş halkların değildir.
Hiçbir bombanın, bir çocuğun ismiyle ilgisi yoktur.
Ve hiçbir devlet, ölü çocuklar üzerinden yükselmişken haklı sayılamaz.
Yine bir savaş.
Yine ekranlardan düşmeyen haritalar, titreşen bayraklar, gece yarısı fırlatılan füzeler, saklanacak yer bulamayan bedenler… Yine “meşru müdafaa” diyenler, “misilleme” diyenler, “ulusal güvenlik” diyenler…
Ne çok şey söyleniyor; Ama hiç kimse “yaşamak istiyoruz” diyenleri duymuyor.
İki yakıcı iktidar, iki gurur abidesi kafa tokuşturuyor şu an.
Biri, dünyayı cebinde taşıdığını sanan; kibirle, küstahlıkla ve cezasızlıkla büyütülmüş. Çocuklukta şımartılmış, büyüyünce eline silah verilmiş Batı’nın gözdesi. Haritaları yeniden çizmeye alışkın, ölümü ekranlara dekor yapacak kadar soğukkanlı.
Diğeri, halkını susturmayı yönetmek sayan; yaşamı tek bir kalıba dökmeye ant içmiş, hayata dikte eden, yalnızlıktan beslenen bir düzen. Gücünü kurallardan değil, korkudan alan bir karanlık.
Ve şimdi bu iki karanlık birbirine saldırıyor.
Adına “çatışma” deniyor, ama gerçek adı belli: Halkların felaketi.
Taraf tutmuyorum çünkü bu savaşta taraf yok.
Sadece failler ve kurbanlar var.
Ve kurbanların çoğu, adını hiç duymadığımız insanlar:
İki odalı bir evin salonunda oyun oynayan çocuklar, yer altı sığınağında nefessiz kalan bebekler, başında tülbentiyle fırından ekmek alıp dönemeyen kadınlar…
Bu savaş onların savaşı değil.
Hiçbir zaman olmadı.xxx
***
Ben her şeyden önce yaşama bağlıyım.
Ve bu bağlılık, beni ölüm üzerinden hüküm kuranlara karşı ayakta tutuyor.
Ben tanklara övgü düzen, insansız hava araçlarına “zeki sistemler” diyen dilden uzak duruyorum.
Ben ölümün meşrulaştırılmasına, her cenazenin ardından okunan dualarla geçiştirilen suçlara, bir ekranın kenarında sessizce ağlayan gözleri görmezden gelen sistemlere karşıyım.
Ve evet, özellikle öfkem büyük olan var.
Çünkü kimi kötülükler daha sistematik, daha hesaplı, daha organizedir.
İsrail’in yaptıkları, sadece karşılık vermek değil.
Bu bir alışkanlık haline gelmiş, yıllara yayılmış, dünya tarafından tolere edilmiş bir inkâr politikasının, bir yok sayışın, bir gaspın hikâyesi.
Bir halkı sadece öldürmüyor; onu tarih dışına itiyor, sesini bastırıyor, haklılığını tekeline alıyor.
Bu sadece savaş değil; bu, bir halkın varlığına karşı yürütülen soğukkanlı bir silme operasyonu.
Ancak diğer tarafa da methiye düzülmeyecek elbette.
İçeride kendi halkını baskılayan, yaşam biçimini dayatan, muhalefeti ezen bir başka güç de masum değil.
Kendi halkını susturanlar, başka halklara özgürlük getiremez.
Ve şimdi bu iki yapı birbirine bombalar yağdırıyor, füzeler atıyor.
Ama hedefte yine biz varız.
Yani yaşamak isteyen insanlar.
Yani çocuklar, sokaklar, oyunlar, sabah kahvaltıları, yaşlanamayan gençler…
***
Zafer yok burada.
Zafer diye bir şey yok zaten.
Yalnızca mezarlıklar var, toz duman, travma, kayıp…
Ve her savaş sonrasında unutulmaya çalışılan bir önceki savaşın fotoğrafları.
Bu yüzden, hiçbir zaman “barışçıl devlet politikaları”ndan söz etmeyeceğim.
Çünkü barış, devletlerin diliyle kurulamaz.
Barış, halkların birbirini tanımasıyla, korkudan uzaklaşmasıyla, birbirinin sesine kulak vermesiyle doğar.
Barış, yukarıdan emredilemez. Barış, aşağıdan gelir.
Ve o barış henüz yok.
Çünkü halkların değil, iktidarların sesi duyuluyor.
Çünkü kan, para, silah ve diplomasi aynı masada oturuyor.
Ve çünkü hâlâ biz, mezar taşlarının arkasından gerçeği görmeye çalışıyoruz.
Ben burada kalıyorum.
Ne bayrak tutuyorum, ne marş söylüyorum.
Bir çocuğun gözyaşını görüyorum sadece.
O gözyaşı hangi ülkeye ait, hangi dine ait, hangi dile ait diye sormuyorum.
Sadece biliyorum ki:
Bu savaş bizim değil.
Ve biz, bu suça ortak olmayacağız.