Kentsel dönüşüm…
İlk bakışta kulağa umut vaat eden bir kavram gibi geliyor, değil mi? Televizyonlarda, belediye bültenlerinde, seçim vaatlerinde sıkça karşılaşıyoruz bu kelimeyle. “Depreme dayanıklı yapılar inşa edilecek”, “altyapı yenilenecek”, “modern yaşam alanları doğacak” diyorlar. Betonun gülümseyen yüzüyle karşı karşıyayız sanki. Fakat biraz kazıyınca altından başka bir hikâye çıkıyor: sürülmüş hayatlar, parçalanmış mahalleler, sessizce yok edilen hafızalar.
Kentsel dönüşüm denilen şey, çoğu zaman riskli yapılardan insanları kurtarmak için değil, ekonomik olarak değerli arsaları sermayeye açmak için yapılır. Çünkü kent, bugünün neoliberal düzeninde bir yaşam alanı olmaktan çoktan çıkmıştır. Artık bir yatırım aracıdır. Mahalleler, evler, sokaklar; çocukların oyun oynadığı arsalar ya da yaşlıların gölgesinde oturduğu dut ağaçları değil, metrekare başına hesaplanan rant birimleridir.
Deprem bahanesi ise sadece bir “meşrulaştırma aparatı” haline gelir. Gerçekten tehlikeli olan binalar çoğu zaman yerinde kalır; çünkü rant yoktur. Ama merkezdeki bir gecekondu mahallesi, ne kadar sağlam olursa olsun riskli ilan edilir. Bunu yapan kurum çoğu zaman Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığıdır. Karar yukarıdan gelir. Harita çizilir. Sonra bir sabah, insanlar camlarına yapıştırılan bir kâğıtla uyanır:
“Burası artık riskli alan ilan edilmiştir. Taşınmanız gerekiyor.”
Bu süreçte mahalle halkı nereye gidecektir? Kimse bunu sormaz. Devlet, “size TOKİ’den bir ev vereceğiz” der. Ama o evler ya şehir dışında, ulaşımı imkânsız yerlerdedir ya da borçlandırma koşulları ağırdır. Emekçi insanlar, ödeyemedikleri taksitlerle borç batağına düşer. Evlerinden edilirken bir de banka kredisiyle zincirlenirler.
Bir başka deyişle:
Kentsel dönüşüm, kent yoksullarının topluca sürüldüğü, yerine orta-üst sınıfa “temizlenmiş alan” sunulan bir sosyo-ekonomik operasyonudur.
Bu, planlı bir sınıfsal tasfiyedir. Yalnızca mekânın değil, mekânla birlikte insanın, topluluğun, hafızanın da dönüştürülmesidir.
Eskiden o mahallelerde çocukların top oynadığı arsalar vardı. Mahallenin delisi bilinir, bakkalda veresiye defteri tutulurdu. Bayramda herkes birbirinin kapısını çalardı. Komşuluk ilişkisi, sokak kültürü, gündelik dayanışma ağı orada yaşardı. Ama bu değerlerin hiçbirisi TOKİ’nin ya da özel müteahhit firmaların Excel tablolarında yer bulmaz. Onlar için değer, yalnızca arsa bedelidir.
Dönüşümden sonra ne olur?
Mahallenin yerine dikilen gökdelenlerin alt katına bir zincir market gelir. Kapıda güvenlik görevlisi olur, içeri yabancı alınmaz. Yaşlı kadınlar artık site kapısında komşusunu bekleyemez. Çocuklar artık sokakta top oynamaz. Avlular yerine araç geçiş rampaları, küçük bahçeler yerine taş döşeli otoparklar gelir. Mahalle ruhu buharlaşır. Yerine klimalı, güvenlikli ama kimliksiz bir yaşam formu yerleşir.
Ve bu projelerin hepsinde ortak bir şey vardır:
Karar halktan değil, yukarıdan gelir.
Ne dönüşüm öncesi halktan görüş alınır, ne de onların taleplerine göre plan yapılır. “Katılımcılık” sadece sunum slaytlarında yer alan bir kelimedir. Gerçekte olan, çok daha çıplaktır:
Birileri yukarıdan bakar, haritada değerli yeri işaretler, sonra orayı “temizler.”
Bu temizlik, insanların hayatlarının silinmesidir.
Kentsel dönüşüm bu haliyle bir dönüşüm değil, bir tasfiye ve yerinden etme politikasıdır. O yüzden bizler için bu mesele sadece “mimari” ya da “kentsel planlama” değil, doğrudan sınıfsal, politik, hatta tarihsel bir meseledir.
Bu sürece karşı çıkmak, sadece bir binayı değil, bir yaşam biçimini, bir kolektif hafızayı, bir mahallenin belleğini savunmaktır.
İstanbul: Yoksulluk Şehrin Dışına Atılıyor
İstanbul’un kentsel dönüşüm haritası, aslında bir kentsel tasfiye atlası gibi okunabilir.
Sulukule, Tarlabaşı, Fikirtepe, Gaziosmanpaşa, Ayazma, Tozkoparan… Bu mahallelerin ortak kaderi, sadece “eski yapılar” olmak değil, aynı zamanda “istenmeyen yaşamlar”ı barındırmalarıydı. Bu alanlar yalnızca fiziksel olarak değil, sosyal dokusuyla da yıkıma uğratıldı. Çünkü sorun binada değil, binanın içindeydi iktidara göre. Yani yoksullukta. Yani yoksulda.
Sulukule: Hafızanın Kıyımına Uğradığı Yer
Sulukule, yalnızca bir mahalle değildi. İstanbul’un en eski yerleşimlerinden biri, belki de Avrupa’nın en kadim Roman yerleşimi idi. 600 yılı aşkın zamandır aynı topluluk, surların dibinde kendi kültürünü, müziğini, dayanışmasını yaşatıyordu. Herkes birbirini tanır, mahalle içi ekonomiler döner, Roman kültürü sokaklara taşardı.
2006’da “kentsel yenileme” adıyla yıkım başladı. Sulukule, resmi belgelerde “riskli alan” ilan edildi. Ancak bu risk ne bina dayanıklılığıyla, ne depremle ilgiliydi. Asıl risk, arazinin değeriydi. O arazideki düşük gelirli, “gürültülü” yaşam biçimi; emlak piyasası açısından bir tehdit sayıldı.
Yıkım başladığında belediye, Roman ailelere TOKİ’den ev önerdi. Ama o evler 40-50 kilometre ötede, Bayrampaşa’nın dışında, mahallenin yaşam alışkanlıklarına tamamen yabancı beton yığınlarıydı. Roman halkı hem aidiyetini kaybetti, hem kültürel olarak izole edildi. Mahalleli “döneceğiz” dedi. Ama yeni yapılan evlerin fiyatları ortalama bir Roman ailenin ödeyemeyeceği düzeydeydi.
Sonuç? Dönemediler.
Sulukule’de inşa edilen lüks villaların çoğu uzun süre boş kaldı. Alıcı bulamadı. Çünkü ne yatırımcılar ne de orta sınıf, o kültürel geçmişin ruhunu taşıyan bir mahallede yaşamak istedi. Böylece hem hafıza yok edildi hem de sermaye bile tatmin olmadı. Yani hem yoksul kaybetti, hem de kâr gelmedi. Ama iş işten geçti. Bir kültür, bir topluluk tarihe karıştı.
Fikirtepe: Rantın ve Kaosun Laboratuvarı
Fikirtepe, dönüşüm projelerinin başka bir yüzünü gösterdi: kaosu ve umursamazlığı.
Kadıköy’ün hemen yanında yer alan bu mahallede 2010’ların başında büyük bir vaatle dönüşüm başlatıldı. “Rezidanslar yükselecek, değer artacak, herkes kazanacak” dendi. Ama plan yoktu. Koordinasyon yoktu. Denetim hiç yoktu. Müteahhitler mahalle halkını tek tek ikna etti, bazıları evlerini verdi, bazıları direndi. Kimi firmalar işi bıraktı, kimisi battı, kimisi halkı dolandırdı.
Sonuçta mahalle yıllarca bir şantiyeye dönüştü.
İnsanlar evlerinin ortasında kule vinçlerle yaşadı. Toz, çamur, gürültü, belirsizlik…
Ve sonra ne oldu? Bitirilen projelerde metrekare fiyatları 100 bin TL’yi aştı. Yani orada 30 yıl yaşamış bir işçi ailesi, artık kendi mahallesinde bir çay bile içemez hale geldi.
Onlara vaat edilen “dönüşüm” değil, açık bir dışlanmaydı.
Fikirtepe örneği, dönüşümün halk için değil, yatırımcı için planlandığının en çıplak örneklerinden biridir. Sermaye, arsa üzerinde dolaşırken insanları çiğnedi geçti. Üstelik bunu yaparken devlet kurumları da “seyirci” değil, bizzat “kolaylaştırıcı” oldu.
Tarlabaşı ve Gaziosmanpaşa: Görünmezleştirilenler
Tarlabaşı ise daha baştan “istenmeyen” ilan edilmişti. Etnik çeşitliliği, göçmen nüfusu, trans bireyleri, seks işçileri, Kürtler, Afrikalı göçmenler… Orası iktidarın ve sermayenin gözünde “bozulmuş” bir bölgeydi. Dolayısıyla kentsel dönüşüm burada sadece mekânsal değil, ideolojik bir temizlik işlevi de gördü.
Tarlabaşı’nı “rehabilite” eden projeler, etnik ve sınıfsal çeşitliliği yok etti. Yerine butik oteller, hipster kafeler, yabancı yatırımcıların stüdyo daireleri geldi. Tüm bunlar “yenileme” adıyla yapıldı. Ama aslında olan şey şuydu: Kent, yalnızca mekân olarak değil; sosyal olarak da sterilize ediliyordu.
Gaziosmanpaşa ve çevresindeki mahallelerde ise bambaşka bir dönüşüm modeli devrede:
Toplu ve zorunlu yerinden etme.
Binlerce hane, aynı anda projelerin dışına itiliyor. Bir sabah evinize gelen tebligatla hayatınız değişiyor. İnsanlar uzak ilçelere sürülüyor; sosyal bağlar kopuyor. Kimse “bu insanlar nerede çalışacak, çocukları hangi okula gidecek” diye sormuyor. Çünkü mesele insan değil, rant.
Sonuçta İstanbul’un bu “dönüşüm” hikâyeleri, bize hep aynı şeyi gösteriyor:
Yoksulluk, merkezin dışına sürülüyor. Mekân dönüşürken insan siliniyor.
Kenti yalnızca betonla okumaya çalışan anlayış, o kentin ruhunu, sesini, kokusunu, hikâyesini yok ediyor. Ve geriye, yüksek duvarlı siteler, kimliksiz kuleler, komşusuz sokaklar kalıyor.
İzmir: Deprem Gerekçesiyle Meşrulaştırılan Rant
İzmir’in 2020 yılında yaşadığı deprem, sadece binaları yıkmadı; aynı zamanda bir politik meşrulaştırma kapısı araladı. Depremin hemen ardından devlet yetkilileri ekranlara çıkıp “dersimizi aldık, artık güvenli yapılar inşa edeceğiz” dediler. Kulağa güzel geliyor değil mi? Ama kimin için güvenli, kimin için inşa ediliyor bu yapılar? İzmir’de “kentsel dönüşüm” adı altında yapılan şey, bir kez daha yoksulların yerinden edilmesi, bir kez daha emekçi mahallelerin ‘yeniden değerlenmesi’ adıyla piyasaya açılmasıdır.
Bayraklı: Betonun Altında Kalan Yaşamlar
Bayraklı, depremde en çok zarar gören ilçelerden biriydi. Bu zarar, elbette ki dayanaksız yapılardan, kötü zeminden, imar aflarından kaynaklanıyordu. Ama asıl neden, yıllardır süregelen ihmaller ve rant odaklı şehir planlamasıydı.
Deprem sonrası bölgede hızlıca kentsel dönüşüm projeleri açıklandı. Ama ne halkın rızası alındı, ne alternatif planlar tartışıldı.
İnsanlar bir sabah ellerine tutuşturulan belgelerle hayatlarının değiştiğini öğrendi. “Yeni ev verilecek” dendi ama o evin yeri, taksidi, aidatı, tapu koşulları hep muğlaktı.
Bu belirsizlik tam da istenen şeydi. Çünkü ne kadar belirsizlik varsa, o kadar az direniş oluyordu.
Şirketler, müteahhitler, arsa avcıları hemen harekete geçti. Bayraklı’da, yıkımın tam ortasında bir “yatırım fırsatı” doğdu. Emlak fuarlarında, lüks konut projeleri tanıtıldı.
Depremzede mahalleler, birkaç yıl içinde rezidans afişleriyle donatıldı.
Yani acı, bir satış stratejisine dönüştürüldü.
Kadifekale: Sırtını Daya, Sürgüne Hazır Ol
Kadifekale, İzmir’in yoksullukla iç içe geçmiş ama bir o kadar da dayanışması güçlü mahallelerinden biri. Özellikle dar gelirli Kürt ve göçmen ailelerin yaşadığı bu alan, yıllardır “riskli bölge” ilan edilmek isteniyordu. Nihayetinde fırsat doğdu.
Deprem bahane edildi, projeler hız kazandı. Kentsel dönüşüm burada açık bir sosyo-politik tasfiye anlamına geliyordu.
Zira Kadifekale sadece bir gecekondu mahallesi değil; aynı zamanda bir bellekti. İnsanların birikimleriyle kurdukları evler, yaşam tarzları, komşuluk ilişkileri oradaydı. Ama tüm bu bağlar, “toplum mühendisliği”nin karşısında kıymetsiz sayıldı.
Yerine ne geldi? “Manzaralı” konutlar, yüksek gelir grubuna hitap eden projeler ve yerel yönetimlerin vitrini olan peyzaj çalışmaları.
Yani dönüşüm değil, bir çeşit silme işlemi.
Gaziemir ve Diğer Mahalleler: Risk Değil, Dirençsiz Sayıldılar
Gaziemir, Güzeltepe, Çankaya gibi bölgelerde benzer senaryolar oynandı.
“Deprem riski var” dendi ama riskin büyüklüğüyle değil, mahallenin direniş kapasitesiyle karar verildi. Karşıyaka’da, Bornova’nın lüks sitelerinde, sahil hattındaki kentsel “güvenliksiz” alanlarda dönüşüm yoktu. Çünkü o mahallelerde yaşayanlar avukat tutabilir, itiraz edebilir, kamuoyu yaratabilirdi.
Ama emekçi mahalleler için böyle bir şans yoktu.
Onlar sadece taşınması gereken “mülk” sayıldı.
Ve dikkat edin: Dönüşüm projeleri yalnızca binaları değil, yaşam biçimlerini de hedef alıyor.
Apartman arası kömür sobası, sokakta oyun oynayan çocuk, kapı önü sohbetleri, gece gündüz çalışan işçi servisleri… Bunlar yeni kentsel tahayyülde yer almıyor.
Bunun yerine: özel güvenlikli siteler, otoparklar, sosyal tesisler, göletli parklar…
Yani sınıfsal sterilizasyon. Şehir, orta sınıfa göre yeniden kurgulanıyor.
Deprem Bahane, El Koyma Şekil Değiştiriyor
İzmir’de deprem bir milat olmadı; daha çok bir kaldıraç görevi gördü.
Yoksul mahalleler, sermayeye altın tepside sunuldu.
İnsanlara “güvenlik” vaat edildi ama onların yaşam güvenceleri ellerinden alındı.
Yani dönüşüm, aslında bir ‘kentsel el koyma’ biçimiydi. Ama artık dozerlerle değil, belgelerle, planlarla, maket projelerle yapılıyor bu el koyma.
Ve yine kazananlar belli: Müteahhitler, emlak baronları ve onlara hizmet eden siyasal aktörler.
Diyarbakır: Dönüşüm Kılığında Kültürel Asimilasyon
Diyarbakır’da kentsel dönüşüm sadece bir şehircilik politikası değil; doğrudan doğruya bir kültürel ve politik imha biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle Sur ilçesi, bu çok katmanlı yıkımın en çıplak ve sarsıcı örneği. Sur, sadece dar sokakları ve bazalt taşlı evleriyle değil, Kürt halkının belleğiyle, direnişiyle, çok dilli ve çok inançlı tarihiyle bir mekândı. Ama devletin gözünde “sorunlu bir alan”dı. Ve bu sorun, topun, tüfeğin, dozerin ve TOKİ’nin iş birliğiyle “çözüldü.”
Sur: Taş Üstünde Taş Bırakmadılar
2015’te başlayan hendek çatışmaları sonrasında ilan edilen sokağa çıkma yasakları, görünürde bir “güvenlik” gerekçesine dayanıyordu. Ama gerçekte olan, bir halkı mekânsızlaştırma, dağıtma ve sindirme operasyonuydu.
Yasaklar aylarca sürdü. İnsanlar temel ihtiyaçlarını bile karşılayamadan evlerinde mahsur kaldı. Sonra tanklar girdi. Evler delik deşik edildi. Binlerce yıllık tarihi olan mahalleler — Hasırlı, Cevatpaşa, Alipaşa — haritadan silindi.
Kimi insanlar canını zor kurtardı, kimileri ise çökertilen evlerinin molozlarının altında geçmişlerini bırakarak zorunlu göçe sürüklendi.
Ve devlet, bu yıkımı bir “imar projesi” olarak sundu.
TOKİ Binaları: Kimliksizliğin Mimarisi
Yıkımın ardından ortaya çıkan manzara, bildiğimiz TOKİ dokusuydu:
Standart ölçüler, gri cepheler, özensiz planlama, ruhsuz ve kimliksiz bloklar.
Ama burada sadece mimari bir tercihten söz etmiyoruz. Bu binalar, Kürt halkının kültürel belleğini silmek için seçilmiş birer araçtı.
Sur’daki tarihî doku; Ermeni taş ustalarının elinden çıkmış kemerli yapılar, Süryani ailelerin duvar motifleri, Müslüman Kürtlerin cami avluları, komşuluk ilişkileri — hepsi yok edildi.
Bunun yerine gelen, askerî disiplinle dizilmiş, kimliksiz “modernlik”ti.
Bu bir dönüşüm değil; düpedüz bir tür mekânsal asimilasyondu.
Devletin Hafızaya Müdahalesi
Devlet, Diyarbakır’da sadece insanları değil, aynı zamanda hafızayı da yerinden etti.
Sur’un taşları sadece mimari değil, aynı zamanda politikti. Her sokak bir hikâye anlatıyordu; her kapı, her duvar bir direnişin, bir yasın, bir düğünün, bir göçün izini taşıyordu.
Bu nedenle bu sokaklar sadece “yenilenmedi”; bilinçli biçimde susturuldu.
İktidarın bu hamlesi, klasik bir kolonyalist stratejiye çok benziyor:
İsyan eden halkın mekânını yok et, belleğini sil, yerine “yeni” ve “uyumlu” bir düzen yerleştir.
Ama bu yeni düzen; halkın değil, devletin tahayyülüdür. O hayalde ne Kürt vardır, ne Ermeni, ne Süryani, ne yoksul.
O hayal, tek tipleştirici bir makinenin ürünüdür.
Yıkımın Ardından Gelen Sessizlik
Bugün Sur’a gittiğinizde göreceğiniz şey sessizliktir.
Eskiden çocuk seslerinin yankılandığı sokaklar şimdi devriye gezen polislerle doludur.
Her köşe başında bir kamera, her duvarda bir yas izi, ama bir yandan da hâlâ dimdik duran Dört Ayaklı Minare gibi, tüm bu baskıya inat bir var olma çabası.
Ama şu da net: Devlet, Sur’da “kentsel dönüşüm” adıyla bir tür hafıza katliamı gerçekleştirmiştir.
Ve bu katliam, sessizce, kameralardan uzakta, “yenileme”, “güvenlik”, “kalkınma” gibi ambalajlarla pazarlanmıştır.
Kentsel Dönüşüm Değil, Sınıfsal ve Kültürel Tasfiye
İstanbul’da sürgün, İzmir’de rant, Diyarbakır’da asimilasyon…
Türkiye’de kentsel dönüşüm, farklı şehirlerde farklı kılıklara bürünse de, özünde aynı şeyi yapıyor: Yoksulu, farklı olanı, direneni şehirden sürmek.
Bu bir inşa değil; tam tersine bir yok etme süreci.
Ve bizler bu sürece sadece mimari değil, politik bir müdahale ile karşı koymak zorundayız.
Dönüşüm mü, Yerinden Etme mi?
Türkiye’de “kentsel dönüşüm” adı altında yürütülen projeler, sadece yapıların değil, hayatların, kültürlerin, direnişlerin de dönüştürülmesini hedefliyor. Ama bu, gerçek anlamda bir “dönüşüm” değil. Bu, yerinden etme, tasfiye, hatta şehri yeniden sömürgeleştirme süreci.
Ve bu sürecin üç temel amacı var:
1. Rant Üretmek: Şehir Sermayeye Teslim
Devlet eliyle kamu arazileri, sahil şeritleri, eski yerleşim alanları adım adım özel sektöre devrediliyor.
“Deprem riski”, “modernleşme”, “yaşam kalitesi” gibi söylemlerle makyajlanan bu hamlelerin ardında, çok açık bir çıkar var: beton üzerinden kâr üretmek.
İhaleler hep belli müteahhitlere gidiyor. Projeler, yerel halkı değil, “nitelikli yatırımcıyı” hedefliyor.
Bu süreçte mahalleli genelde “istemezükçü” diye damgalanıyor. Oysa asıl mesele, insanların yaşam alanlarını ve komşuluklarını koruma mücadelesi vermesi.
Ama devlet için bu alanlar “değerlendirilmemiş yatırım fırsatları”; orada yaşayan insanlar ise o fırsatın önündeki engeller.
2. Toplumsal Denetim: Yoksulu ve Muhalifi Dağıtmak
Kentsel dönüşüm, sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasi bir araçtır.
Devletin ve iktidarın gözünde kimi mahalleler — özellikle yoksul, Kürt, Alevi ya da muhalif kimliği güçlü olanlar — “potansiyel tehdit”tir.
Bu yüzden bu mahalleler, polisiye yöntemlerle, planlı yıkımlarla, idari baskılarla parçalanır.
Dağınık hale gelen halk, artık ortak mücadele edemez. Direniş kültürü çözülür.
Yerine, site yaşantısının steril yalnızlığı ve kamera gözetimi altında yaşayan “sorunsuz bireyler” gelir.
Böylece şehir sadece ekonomik olarak değil, ideolojik olarak da yeniden şekillendirilmiş olur.
3. Kültürel Tasfiye: Belleği Sil, Uysalı Yerleştir
Mahalle dediğin şey sadece bina değil, bir hafızadır.
Mahallede insanlar birbirini tanır, çocuklar birlikte büyür, teyzeler aynı fırında ekmek pişirir, dayanışma ağları kurulur.
Ama bu ağlar, kapitalizmin bireyci ve rekabetçi mantığına ters düşer.
Dolayısıyla bu mahalleler yok edilmelidir.
Yerine yapılan sitelerde kimse kimseyi tanımaz. Sosyal kontrol kameralarla sağlanır, yardımseverlik yerini “site yönetimine şikâyet etmeye” bırakır.
Ve sonuçta ortaya çıkan, itaatkâr, köksüz, tüketim odaklı bir şehir nüfusudur.
Bu da sermaye için biçilmiş kaftandır:
Sorgulamaz, direnmez, sadece alışveriş yapar, kredi öder, Netflix izler.
Devletin Gözünde Mahalleli: Gürültücü, Riskli, Eğitimsiz
Resmî söylemlerde bu dönüşüm projeleri “mahalleliyi korumak” için yapılır.
Ama gerçekte devletin gözünde o mahallelerde yaşayanlar şunlardır:
- “Gürültü çıkaran yoksullar”
- “Kentsel risk unsurları”
- “Terörle iltisaklı yapılar”
- “Eğitimsiz, entegrasyonu zor kitleler”
Yani insan değil, sorun olarak görülürler.
Oysa bu insanlar, yoksulluğa rağmen ayakta kalmış, kolektif yaşamı savunmuş, birbirine sırtını dayamış insanlardır.
Ama işte tam da bu yüzden hedef alınırlar.
Çünkü bu dayanışma, bu kolektivizm, bu inat, kapitalist düzenin ruhuna aykırıdır.
Yani mesele sadece bina meselesi değildir. Mesele, hangi toplum modelinin şehirde yaşamasına izin verileceğidir.
Dönüşüm Değil, Sürgün
Bugün Türkiye’deki kentsel dönüşüm projeleri, yerinden etme politikasının makyajlanmış halidir.
Ve bu politikalar, İstanbul’da rantla, İzmir’de depremin bahanesiyle, Diyarbakır’da ise doğrudan militarizmle yürütülüyor.
Her üç örnekte de ortak olan şey şudur:
Yerelin yok edilmesi, hafızanın silinmesi, halkın sürülmesi.
Ve buna karşı durmanın tek yolu, mekânı bir hak olarak savunmaktan geçer.
Çünkü şehir, sadece taş ve beton değil; hafıza, dayanışma ve direniştir.
Ne Yapmalı?
Peki bu yıkım ve sürgün düzenine karşı ne yapılabilir?
İlk adım şu yalın gerçeği kabul etmekle başlar:
Kent, halkındır. Betonun, rantın, sermayenin değil.
Şehir dediğin şey bir şirketin yatırım alanı değil; yaşayan, nefes alan, toplumsal bir organizmadır.
Bu yüzden çözüm önerileri de yukarıdan aşağı değil, aşağıdan yukarı olmalı.
Mahalleliye rağmen değil, mahalleliyle birlikte yürümeli.
1. Yerelden Başlayan, Rızaya Dayalı Planlama
Kentsel dönüşüm kararları masa başında, Ankara’daki teknokratların haritalarına bakılarak değil;
o mahallede yaşayanların katılımıyla alınmalı.
Kimsenin rızası alınmadan yıkım yapılmamalı.
“Danıştık, halkla görüştük” yalanları değil; gerçek, şeffaf, katılımcı süreçler işletilmeli.
2. Kamusal Alanlar Halka Ait Olmalı
Parklar, sahiller, meydanlar, oyun alanları… Bunlar bir toplumun ortak belleğidir.
Bunları özelleştirmek; halkın geçmişine, çocukluğuna, yaşlısına, yürüyüşüne el koymaktır.
Kamusal alanlar asla sermayeye devredilmemeli.
Şehirdeki her insan, statüsüne bakılmaksızın bu alanlara eşit şekilde erişebilmeli.
3. Kültürel Hafıza Korunmalı
Mahalleler sadece bina topluluğu değil, birbirine geçmiş hayatlar, kültürler, kimliklerdir.
Dönüşüm politikaları, bu hafızayı yok eden değil, yaşatan bir anlayışla yürütülmeli.
Tarihi yapılar restore edilmeli ama soylulaştırılmamalı.
Mahalleli orada kalabilmeli, yok sayılmamalı.
4. Kent Hakkı Anayasal Güvence Altına Alınmalı
Bugün Türkiye’de “kent hakkı” diye bir anayasal güvence yok.
Oysa bu, en temel haklardan biri olmalı:
Barınma hakkı, ulaşım hakkı, kamusal alanlara erişim hakkı, yaşadığı mekânda söz sahibi olma hakkı.
Tüm bunlar “kent hakkı” başlığı altında anayasal olarak tanınmalı ve korunmalı.
Bu hak, her belediyenin, her projenin, her inşaatın karşısında savunulmalı.
Ve Unutmamalı: Şehir Biziz
Kent dediğimiz şey, sadece yollar ve binalar değil;
çay içilen balkonlar, duvara yaslanan gençler, manavla edilen muhabbet, pencereden gelen komşu sesi,
yani biziz.
Bizi yok sayarak yapılan her “dönüşüm”, aslında bir sürgündür.
Ve bu sürgüne karşı direnmek, sadece bir mekânı değil, bir hayatı savunmaktır.
Son Söz: Şehir Kimin?
Şehirlerimizi kim yönetiyor?
Seçtiğimiz belediye başkanları mı, yoksa TOKİ ve yandaş müteahhitler mi?
Mahallemizin kaderini kim çiziyor?
Biz mi, yoksa hiçbir zaman ayak basmadığımız holding plazalarındaki adamlar mı?
Eğer bu sorulara “biz” diyemiyorsak,
O zaman bu şehirler zaten bize ait değildir.
Ve biz, ancak o şehirleri yeniden sahiplendiğimizde –
parkı, sokağı, komşuluğu, avluyu, hatırayı birlikte koruduğumuzda –
gerçekten kentli olabiliriz.
Aksi halde sadece sürgün edilmiş izleyicileriz:
Kendi hayatımızın dışına itilmiş,
beton duvarların ardında yalnızlaştırılmış insanlar.
Ama unutmamalı:
Şehir, sadece sermayenin değil;
direnenin, dayanışanın, hatırlayanın da mekânıdır.
Ve biz, o eski mahallelerin avlusunda,
bir çayın buharında, bir duvar yazısında,
birlikte yaşamanın inadını hâlâ sürdürebiliriz.
Çünkü şehir, hâlâ bizim olabilir.
Eğer sahip çıkarsak.