Yıl 1927. ABD.
Dünya kapitalist sistemin çelik dişlileri arasında ezilirken, bir mahkeme salonunda iki yoksul göçmen, Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti, yargıçların, basının, burjuva sınıfın ve sistemin nefretini sırtlanıyor. İtalyanlar, anarşistler, işçiler… Yani sistemin gözünde hem “yabancı”, hem de “düşman”.
Yedi yıl boyunca, delil yetersizliğine rağmen, milyonlarca insanın özgürlük çağrısına rağmen tutulan o karanlık dosya, sonunda kurşunla mühürlendi. 23 Ağustos 1927’de, Boston’da, elektrikli sandalyeye götürüldüler. Dilleriyle değil, bedenleriyle susturulmak istendi onlar. Ama o gün susturulamayan şey, adaletin haykırışı oldu.
Anarşisttirler çünkü insanı ve özgürlüğü savunuyorlardı
Sacco bir ayakkabı işçisiydi, Vanzetti ise bir balık satıcısı. Hayatları boyunca elleriyle kazandılar ekmeklerini. Onları farklı kılan tek şey, hayata olan inançlarıydı. Adaletin sadece mahkeme salonlarında değil, yaşamın her anında var olması gerektiğine inanıyorlardı.
Anarşisttiler. Çünkü otoritenin doğasında baskı olduğunu biliyorlardı. Çünkü halkların özgürleşmesini, sınıfsız bir dünyayı hayal ediyorlardı. Ve bu yüzden sistem için bir tehdittiler.
Yargı değil, intikam vardı o mahkemede
Sacco ve Vanzetti, Braintree’de bir soygun sırasında iki adamın öldürülmesiyle suçlandı. Ancak yargılamada kullanılan “kanıtlar”, doğrudan değil dolaylıydı. Gerçek suçluların izleri bile örtülmüştü. Olay yerinde görüldüklerine dair bir kanıt yoktu. Silahlar üzerinde yapılan balistik testler bile çelişkiliydi.
Ama sistemin gözünde bu ayrıntıların bir önemi yoktu. Onlar göçmendi. Fakirdi. Anarşistti.
Ve hepsinden önemlisi: baş kaldırmışlardı.
Dava boyunca tanıklar korkutuldu, kanıtlar yok sayıldı, medyada karalama kampanyaları yürütüldü. Yargıç Webster Thayer’ın sözleri bugün bile tarihin utanç vesikasıdır:
“Bu iki adam, bu ülkede doğmamış olmalarının ve anarşist inançlara sahip olmalarının cezasını çekecek.”
Tüm dünya ayağa kalktı, ama yetmedi
ABD’nin dört bir yanında protestolar büyüdü. Avrupa’da gösteriler yapıldı. Einstein, H.G. Wells, Anatole France, Upton Sinclair, George Bernard Shaw gibi isimler onların masumiyetini savundu. Ama sistemin kulakları sağırdı.
Çünkü mesele sadece iki adam değildi.
Mesele, tüm emekçilerin, göçmenlerin, yoksulların başkaldırısının simgesiydi.
Sacco ve Vanzetti’nin infazı, bir mahkûmiyet değil, bir mesajdı.
“Sisteme kafa tutarsan, seni yakarız.”
Ama yakamadıkları bir şey vardı: Bellek
Bugün hâlâ onların isimleri yaşıyor. Kurşunlar geçer, elektrikli sandalyeler paslanır. Ama zulmün karşısında eğilmeyen insanların hikâyesi sonsuzluğa kazınır.
Sacco ve Vanzetti’nin son sözleri, bugünün genç kuşaklarına da bir çağrı gibi yankılanıyor:
“Ben suçsuzum. Ama asıl önemli olan, neden bu halde olduğumuzdur. Halk için, yoksullar için, özgürlük için yaşadık. Ve şimdi bunun için ölüyoruz.”
Sacco ve Vanzetti yaşıyor, çünkü adalet için verilen her mücadelede onlar var
Bugün İstanbul’da, Atina’da, Şili sokaklarında polisin copuna karşı yumruk kaldıran her gençte onlar var.
Bir işçi grevdeyken, gözaltına alınırken, “hakkımı istiyorum” dediğinde onların sesi duyulur.
Öğrenciler kampüslerde özgürlük için yürürken, devlet gözaltılarla susturmak istediğinde onların gölgesi o gençlerin omzundadır.
Çünkü mücadele, unutmamakla başlar.
Unutmamak, direnmenin ilk halidir.