Bu ülkede devrimci olmak demek, bir günü bile huzurla geçirmemek demek. Sabah gözünü açtığında “bugün nerede gözaltı olur, nerede gaz sıkılır, hangi sokak abluka altına alınır” diye düşünmek demek.
Hele ki bugün 1 Mayıs ise…
Hele ki yürümek istediğin yer Taksim Meydanı ise…
O zaman bu ülkede “anayasal hakkını” kullanmak demek, polis copuyla, TOMA’sıyla, gazıyla, plastik mermisiyle yüzleşmek demek.
Ve işte yine o gün geldi çattı. Yine sokaklarda barikatlar kuruldu, yine gençler sürüklendi, yaşlılar darp edildi, kadınlar yerlerde tekmelendi.
Bu yıl da Taksim’i yasakladılar. Çünkü onlar için Taksim yalnızca bir meydan değil; geçmişin hayaleti, direnişin simgesi, boyun eğmeyenin hatırlatıcısı. 1977’den bugüne, Taksim onlar için tehlikeli bir hafıza. Çünkü orada halk bir kez sesini yükselttiğinde, susturulamayacağını kanıtladı.
Bu yüzden her 1 Mayıs’ta devletin refleksi hep aynı oluyor: Korku.
Binlerce çevik polis, tomalar, gözaltı araçları, helikopterler, keskin nişancılar… Tüm bu seferberlik, silahsız, pankart taşıyan, slogan atan insanlar için. Çünkü o insanlar, korkunun duvarlarını aşmaya çalışıyor. Çünkü o insanlar, bu ülkenin en karanlık sokaklarına umut taşımaya çalışıyor.
Peki kim bu insanlar?
İşinden atılan işçiler… Kod 29 bahanesiyle açlığa mahkûm edilenler… Asgari ücrete mahkûm edilip üstüne bir de güvencesizlik dayatılanlar… Hakkını aradığı için işkence gören kadınlar… Grevdeyken coplanan, gözaltına alınan, işten atılanlar… Gece gündüz çalışıp ay sonunu getiremeyen emekçiler… Çocuğuna bir kutu süt alamadığı için gözyaşlarını içine akıtan babalar… Pazarda artıkları toplayan anneler… Akademide yıllarını verip kadro beklerken sürgün edilen gençler… Tez yazan, makale basan ama adı dahi anılmayan araştırma görevlileri… Üniversite kapısında bekleyenler, mezarda emeklilikle tehdit edilenler, KYK borcunu ödeyemeyip hayata küsenler…
İnşaatlarda iş cinayetlerine kurban giden, rakamdan ibaret hale getirilen işçiler… Tarlada yevmiyeyle çalışan ama sigortasız olduğu için adı kayıtlara bile geçmeyen kadınlar… Taşeron sisteminde her gün “bugün çıkarılır mıyım” korkusuyla yaşayanlar… Şantiyelerde, atölyelerde, hastanelerde, okul sıralarında ömrünü tüketen ama hâlâ “nankörsünüz” denilen milyonlar… Evde çocuk büyüten, yaşlı bakan, emeği görünmeyen kadınlar… Kuryeler, motokuryeler, paketçiler — sokaklarda canıyla rızık taşıyanlar… Madenlerde göçük altında kalanlar, üç kuruşluk maaş için yerin yedi kat altına inenler… Depremde yakınını kaybedip hâlâ bir çadır bile bulamayanlar…
Kredi kartı borcuyla yaşayan, geçinemediği için ikinci iş yapan, her ay kira mı fatura mı ödeyeceğini şaşıran koca bir halk… İhalelerle zengin edilenlerin değil, açlığa mahkûm edilenlerin ülkesi bu. Ve bu sistemin çürüttüğü, ezdiği, unuttuğu herkes bugün sokakta. Yani yalnızca “politik olanlar” değil; yaşamak için direnen herkes.
Ve onların yanında, her şeyi bile bile, o sokağa adım atanlar:
- Gaz yiyeceğini bile bile gelenler.
- Ters kelepçeyi kabullenmiş ama diz çökmemiş olanlar.
- Bir köşe başında yüzü duvara çevrilmiş halde gözaltına alınacağını bilenler.
- Abluka altında “yaşasın 1 Mayıs” diye bağıranlar.
- Her yıl bir arkadaşını yitirmiş ama yılmamış olanlar.
Bu yıl yine Taksim yasaklandı. Hatta bu sefer mahkeme kararına rağmen. Çünkü bu ülkede mahkeme kararı da hak da hukuk da yalnızca iktidarın işine geldiğinde geçerli. Anayasa Mahkemesi “Taksim’de yürüyebilirsiniz” dediğinde bile polis copuyla cevap verildi. Çünkü bu düzen, anayasaya da halka da düşmandır. Bu düzen sadece itaat isteyen bir çarktır. Ve bu çarkta dişlilerden biri bozulursa, tüm sistem sallanır.
O yüzden bu yıl da sabahın ilk saatlerinden itibaren şehir bir savaş alanına çevrildi. Henüz gün doğmadan, sokaklar polis bariyerleriyle kuşatıldı. Her köşe başına bir toma konuşlandırıldı. Gözaltı araçları sıra sıra dizildi. İstanbul’un göbeği, sanki olağanüstü hâl ilan edilmişçesine mühürlendi. Metrolar kapatıldı — çünkü halk yürüyemesin, ulaşamasın, bir araya gelemesin istendi. Köprüler tutuldu — çünkü bir yaka diğerine umut taşımasın istendi. Ana arterler polis barikatlarıyla kesildi. Ara sokaklar, apartman girişleri, parklar, kahvehaneler bile ablukaya alındı. Kazıklar çakıldı yerlere, siperler kuruldu. Sanki dışarıdan işgal kuvveti gelecekmiş gibi. Sanki halk düşman, meydan bir karargâh.
Oysa gelenler sadece emekçilerdi. Öğrencilerdi. Gençlerdi. Yaşlılardı. Kadınlardı. Her biri yalnızca “yaşamak istiyoruz” diyen insanlardı. Ama onlara kurulan bu dev güvenlik tiyatrosunun amacı çok netti: Korku. Gözdağı. Tehdit. “Bakın, o meydana yürürseniz başınıza ne gelir” demekti. Yıllardır denedikleri o kirli taktik: meydanı abluka altına al, şehir trafiğini felç et, metroları kapat, halkı yıldır, kimse yürümesin… Ama olmadı.
Fakat yine olmadı. Çünkü korkmadı insanlar. Çünkü geri adım atmak yoktu artık. Taksim’e çıkan her sokakta irade vardı. Her gözaltıda öfke. Her cop darbesinde direniş. Her tutanakta bir inat, her karakolda bir başkaldırı… Çantasında sadece pankart taşıyanlar, bedenini barikata dayayanlar, göz göze geldiği polis memuruna “bu düzen hepimizi eziyor” diyenler vardı. Her sokak, birer geçit törenine dönüştü — halkın cesaretinin geçit törenine.
Çünkü bu halk artık geri adım atmıyor.
Çünkü bu halk artık susmuyor.
Çünkü bu halk artık diz çökmüyor.
Sokaklarda bastonuyla yürüyen yaşlı bir kadınla gözaltına alınan genç bir işçi aynı safta. Aynı öfkeyle, aynı kararlılıkla. Bugün 1 Mayıs, bugün Taksim; ve bu insanlar yalnızca bugünü değil, yarını da savunuyorlar.
Biliyor musunuz, aslında mesele Taksim değil. Taksim bir simge. Mesele, bu simgeyi sahiplenme savaşı. Mesele, kimin sözünün geçeceği. Ve işte bu yüzden 1 Mayıs’ta Taksim’e yürümek, sadece bir “kutlama” değil, bir isyandır. Sistemin kutsallarına, yasaklarına, sınırlarına karşı bir başkaldırıdır.
Ve o yüzden, bugün buradan haykırmak gerekir:
Tüm engellere, tüm barikatlara rağmen adım adım yürüyenlerin ayak izidir bu gün.
Gaza, coplara, ters kelepçelere inat meydanı düşleyenlerin nefesiyle doldu sokaklar.
Bir duvar gibi dikilen kadınların, gençlerin, işçilerin yüreğidir susturulamayan.
Açlığa karşı yumruk, yoksulluğa karşı haykırış, adaletsizliğe karşı isyandır bedenini öne atanlar.
1 Mayıs’ı takvim yapraklarında değil, alnının terinde, gözaltı aracında, meydanın taşında taşıyanlar var.
Onlar ki korkunun çemberini yarmış, suskunluğu parçalamıştır.
Ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacak çünkü zulüm yıkılan korku duvarının altında kalacak.
Bu düzen yıkılacak. Bu meydanlar özgürleşecek. Tüm yasaklara rağmen yürüyen o yürekler, geleceğin yolunu açıyor. O yüzden 1 Mayıs sadece geçmişin değil, geleceğin de günüdür.
Ve gelecek, direnenlerin olacak.